© Malatya Time

Felsefe ve Nübüvvet Nazarı

Hazret-i Âdem (as) ile başlayan nübüvvet silsilesi ile felsefe silsilesi, bugüne kadar çarpışa gelmiş; kıyamete kadar da böyle devâm edecektir. Zîrâ sırr-ı imtihân, bunu iktizâ eder. Felsefe silsilesi diyor ki; “Hayat, bir cidâlden ibarettir. Hak, kuvvettedir. Bu dünyada kim kimi mağlûb ederse, hak onun elindedir. Yani, kâinâtta da cidâl vardır. Meselâ; Güneş, Ay, yıldız, toprak, su, hava gibi mahlûkât hak üzeredirler. Çünkü güçlüdürler. Demek güçlü ve kuvvetli olmak, haklılığın alâmetidir. O hâlde mevcûdât arasında bir teâvün yoktur. Âlem-i insâniyette de bu böyledir.”

Nübüvvet silsilesi ise diyor ki; “Kuvvet, haktadır. Yani, kim haklı ise, o güçlü ve kuvvetlidir. Velev o kişi, tek başına olsun. İşte bu davanın en güzel örneği, peygamberân-ı izâm ile kavimleri arasında geçen mâcerâlarda, netîce i’tibâriyle peygamberlerin gâlib gelmeleri, putperest ve zâlim kavimlerinin de mağlûb olup helâk olmalarıdır.

Şimdi vahyin muhâtabı olan Resûl-i Ekrem (asm)’ın irşâdına ve nûr-u hidâyetine bir bakalım. Beşere Kur'an vasıtasıyla hangi esâsâtı getirmiş, öğrenelim. Meselâ; Kur'an, insanlık âlemine “teâvün düstûru”nu emreder ve bu hususta şöyle der:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰىۖ وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ

“Ey îmân edenler! (İyilik ve takvâ üzerine birbirinize yardım edin. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Ellah'tan korkun; çünkü Ellah'ın cezası çetindir.)”[1]  

Bu âyet-i kerîme, insanlar arasında yardımlaşmayı emreder. İşte bu düstûr, insanlık âleminde geçerli bir kânûn olduğu gibi; tekvînî âlemde de geçerli bir kânûndur. Evet, bu    kânûn-u Rabbânî’nin, şu âlemde icrâ olunduğunu gözle müşâhede ediyoruz. Güneş, Ay, yıldız, toprak, hava, su hepsi birbirine yardım ediyor. Kezâ yağmur nebâtâtın imdâdına, nebâtât hayvânâtın imdâdına, hayvânât insanların imdâdına, hattâ zerrât-ı taamiyenin hüceyrât-ı bedeniyenin imdâdına koşması, yani koşturulması, elbette bu kânûnun vücûdunu kat’î olarak isbât ediyor. Eğer bunlardan birisinin yardımı kesilse, âlem harâb olur. Öyleyse kâinâtta cidâl ve mücâdele yoktur. Belki teâvün düstûru vardır.

Hem meselâ; ehl-i felsefeye göre; mevcûdât-ı âlem, başıboş, manasız, su gibi akıp giden ve ölüm satırıyla başları kesilen yetîmler ve bîçârelerdir. Dolayısıyla felsefe nazarında şu kâinât, bir mâtemhâne-i umûmîdir. Kur’an’ın tarifine ve ehl-i îmânın nazarına göre ise; kâinât, bir zikirhâne-i Rahman, bir talimgah-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. İşte gelecek âyet-i kerîme, yedi kat semâvât ve yer ve bunların içindeki bütün mevcûdâtın, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettiğini şöyle ifâde ediyor:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا

“(Yedi kat gök, yer ve bunların içindeki bütün mevcudat, Ellah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz,) kendi irâdenizle (onların tesbîhini anlayamazsınız.) Zira risâlet müessesesi olmadan hiçbir insan, tek başıyla mevcûdât-ı âlemin zikir ve tesbîhâtını kavrayıp derkedemez. (O, Halîm’dir) suçluları hemen cezalandırmaz, mühlet verir. (Gafûr’dur) çok bağışlayandır.”[2]

Öyleyse ehl-i îmânın nazarında mevcudat-ı âlem, birer zâkir ve müsebbihtir. Mü’min de o zâkir ve müsebbihlerin serzâkiridir.

Hem meselâ; ehl-i felsefeye göre; dağlar gibi mevcûdât, cansız ve ölüdür. Halbuki Kur’ân’ın nazarında hiçbir şey cansız değildir. Cansız hiçbir mahlûk yoktur, hepsi canlıdır, hareket halindedir ve hiçbirinin kendi kendine hareketi yoktur. Hepsi, Ellâh’ın emriyle hareket eder; teâvün düstûriyle birbirine yardım eder. Birbirinden habersiz hareket ettiğini göremezsin. Şâyet bir zerre, nizâm-ı âleme riâyet etmezse, kıyamet kopar. Güneş, hangi kânûna tâbi ise, zerre de o kânûna tâbidir. İşte gelecek âyet-i kerîme, bu hakîkati ifâde ediyor:

وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ

“(Ve dağları görürsün de onları, yerlerinde câmid, sâbit sanırsın. Hâlbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçer, giderler.) Bulutların yürümesi gibi yürürler. Bakanlar, bunun farkında olamazlar.”[3]

Zâhire göre dağlar durmuş, sâbit bir vaz’iyyet arzeder. Halbuki bulutlardan daha hızlı bir hareketle Küre-i Arz’la beraber döner. O hâlde âlemde cansız hiçbir şey yoktur. Demek dağlar, cansız, ölü değildir. O da bizim gibi bir müsebbih ve zâkirdir.

Hem meselâ; ehl-i felsefenin, zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetîmler hükmünde olarak gördüğü bütün zevilhayatı, Kur'an, birer tesbîh içinde zâkir veya vazîfe paydosundan şâkir sûretinde olduğunu kabul eder. Felsefenin bu nazarını yanlış görür ve reddeder.

Evet, şu âlemden devamlı olarak nağme nağme, âvâz âvâz envâ türlü sesler çıkıyor. Meselâ; sabah kuşların ayrı bir tâifesi, akşam farklı bir tâifesi öterek Rabbini tesbîh eder, zikreder. O hâlde bu sesler, ya mevcûdâtın, vazîfeye başlarken çıkardıkları tesbîh ve zikir sesleridir. Ya da vazîfeyi bitirirken, paydos ederken yaptıkları şükür sesleridir. Veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Ve hâkezâ kıyâs edilsin. Hem meselâ; insanın doğuşu, vazîfe başlamasından gelen bir zikirdir, bir tesbîhtir. Bu cihetle insan, zâkir ve müsebbih olur. Ölümle vazîfe-i ubûdiyyet bitince de şükrediyor. Bu cihetle de insan, şâkir olur. Demek doğum, gâyet ehemmiyyetli bir vazîfe başına geçmektir. Ölüm ise, o vazîfe-i ubûdiyetten bir paydos, bir terhîs, bir şükürdür. Öyleyse bütün mevcûdât, vazîfe başına gönderilir. Başlarken, tesbîh ve zikreder. Vazîfesi bitince terhîs edilir. Paydos ederken, şükreder.

(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)

[1] Mâide, 5:2.

[2] İsra, 17:44

[3] Neml, 27:88.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER