O Zat-ı Ekrem (asm) Nelerden Bahsediyor?
GÜNDEMO zat-ı ekrem (asm), tevhid ve haşir konularında insanlığı uyarmış, ahiretin ebedi saadetinden ve dünyanın geçici doğasından bahsetmiştir. İnsanları Allah’a iman etmeye ve ahiret için hazırlanmaya davet etmiştir.
Dünyada iki mes’ele, çok mühim olup insanın merakını şiddetle celbeder. O da şudur:
Birincisi: Biri, gök âleminden gelse dese ki; “Ben gökte, Ay’da, yıldızlarda, gezegenlerde olup biten her şeyi sana anlatırım.”
İkincisi: “Bundan sonra geleceğe aid senin başına ne gelecekse, hepsini sana doğru olarak söylerim.”
İşte eğer zerre kadar merakın varsa, bu iki konuda bilgi sahibi olmak için, -îcâb ederse- yarı ömrünü ve yarı malını o kimseye vereceksin. Şimdi dikkat et. Resûl-i Ekrem (asm), Ay’dan, yıldızdan, gezegenden mana-yı ismiyle bahsetmiyor. Belki şu kâinâtı bir tek emir ile var eden ve bir tek emir ile yok eden Hâlık-ı âlemin Zât’ını, sıfâtını, esmâsını, ef’âlini tarif ediyor, tevhîdden bahsediyor. Hem dar-ı ahiretteki saadet-i ebediyeden haber veriyor. Acaba şu âlemde tevhîdden ve saadet-i ebediyeden daha merak-âver, daha câzibedâr, daha lüzûmlu, daha dehşetli bir mes’ele var mıdır? Elbette yoktur. Peki, şu insanlara ne olmuş ki; böyle son derece ehemmiyetli ve her şeyin başı olan bir meseleden, bir davadan uzak duruyorlar!
Hem O Zat-ı Ekrem (asm), öyle bir Sultan’dan bahsediyor ki; O Sultan’ın memleketinde Ay, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında döner. Küre-i Arz, bir pervâne gibi Güneş’in etrafında pervâz eder. Güneş de bir lamba gibi O Sultanın binlerce misafirhanesinde binlerce lambalardan bir lambasıdır. İşte böyle bir Zât-ı Zülcelâl’in saltanatından bahsediyor. Peki, böyle haşmetli ve acîb bir saltanat, insanın merakını hiç mi celbetmez? Hem bu Zât-ı Zülcelâl, nasıl bir sultandır ki; hem bütün nev’-i insanı idâre ediyor, hem bütün semâvât âlemini idâre ediyor, hem bütün kâinâtı idâre ediyor. Acaba böyle bir Zât’la görüşmek mümkün müdür? Şâyet insanda zerre kadar bir merak varsa, bunun çaresine başvurması gerekmez mi?
Hem O Zât-ı Ekrem (asm), insanın hakîkî istikbâlinden, geleceğinden bahsediyor. “İnsan ölür, öldükten sonra bir daha haşir sabahında dirilir, mahşer meydanı kurulur, bütün insanlar ve cinler hesaba çekilir, hesabtan sonra cennetlik olanlar Cennet’e, cehennemlik olanlar ise Cehennem’e gönderilir.” şeklinde bütün insanlara ve cinlere hem bilgi verip yol gösteriyor, hem onları îkâz ediyor. Evet, Kur'an ve Sünnet, Cennet’e giden yolu da Cehennem’e giden yolu da tarif ediyor. “Evâmir-i İlâhiyye’ye itâat edip nevâhî-i Rabbâniye’den ictinâb etsen Cennet’e, bunlara muhâlefet etsen, Cehennem’e gidersin.” diyor. Demek O Zât (asm), hem insanın istikbâlinden, başına gelecek hâdiselerden mükemmelen bahsediyor; hem kurtuluş reçetesini ve çaresini gösteriyor, hem de bütün bunların kat’î olarak vukûa geleceğini ifâde ediyor. İşte o reçete ve çare ise, îmân, amel-i sâlih ve takvâdır.
Hem O Zât-ı Ekrem (asm), “Gördüğün bu sistem, kıyâmet hengâmında kırılacak, bu âlem harâb olup dağılacak, bir daha yeniden yapılacaktır.” diyor. Peki, bu mesâil, dehşetli değil mi? Merakı mûcib değil mi?
Peki, bu davanın delîli olarak neyi gösteriyor? Mu’cizelerine istinâd eden bütün peygamberleri, keşif ve kerâmetlerine itimâd eden bütün evliyâları, delîl ve hüccetlerine dayanan bütün asfiyâ ve ulemâyı, bütün âsârıyla kâinâtı ve “ebed ebed” diyen insanın fıtratını şâhid gösteriyor.
Hem O Zât-ı Ekrem (asm), öyle bir Cennet’ten bahsediyor ki; o Cennet’te, bir tek insana yer ve gök genişliği kadar bir saltanat emrine veriliyor. Hem böyle bir saltanat ebedîdir, diyor.
Evet, O Zât (asm), uhrevî istikbalden tahkîk üzere pek doğru haber veriyor. Bu dünyevî istikbâl, o uhrevî istikbale nisbeten ucu bucağı olmayan bir denize nisbeten bir katre serâb gibidir. Zira bu istikbâl, başta nev’-i beşer olmak üzere bütün mevcûdât-ı âlemi ilgilendiriyor; herkesin bel bağladığı ve dayandığı dünyalarının yıkılıp yok olmasından bahsediyor, onların ebedî hayatlarından bahsediyor.
Evet, şayet bu mes’eleye îmân gözlüğü ile bakılmazsa, bu istikbâl, nihâyetsiz bir adem zulümâtıdır, bir kuyu, bir çukurdur. Her şeyi ve her mevcûdu yutan ve boğan dipsiz bir denizdir. Peki, zerre kadar insaniyet hakîkatini derkeden, “Ben, insanım.” diyen bir insan, istikbâlde başına gelecek olan dehşet ve vahşetten gaflet edebilir mi? Bunu, kulak ardı edebilir mi? Bu hâdise-i müdhişe-i azîmeyi düşünmeden rahat yaşayabilir mi? Bu hayattan zevk ve lezzet alabilir mi? Hele hele her şeyi ve bu istikbâli, yed-i kudretinde ve tasarrufunda bulunduran Cenâb-ı Hak’tan gâfil olabilir mi?
Hem O Zât (asm), şuhûd derecesinde gördüğü dar-ı âhiretten, Cennet’ten ve ondaki ebedî saâdetten haber veriyor; ehl-i îmân ve tâati, o saâdet ile müjdeliyor. Bu da O Zât-ı Ümmî’ye nisbeten gaybî ahbârdandır. Demek her hususta olduğu gibi, bu konuda da tam ve doğru haber vermesi, isbât eder ki; O Zât, Resûlullâh’tır, vahy-i İlahiyi Rabbinden alıyor; sonra ins ve cinne teblîğ edip haber veriyor. Hem gördüğünü söylüyor.
Böyle ebedî bir saâdet, dünyevî saâdetten ve geçici, zâil bu hayattan ne kadar yüksek olduğu kıyâs edilsin. Elbette bu dünya saâdeti, Cennet’teki saâdete nisbeten, görünüp hemen kaybolan bir şimşeğin Güneş’e nisbeti gibidir.
Hülâsa: Muhammed-i Arabî (asm)’ın ana davası, iki temel esâs üzerine bina edilmiştir.
Birincisi: Tevhîd,
İkincisi: Haşirdir.
İşte bu dava, nev’-i beşerin en temel davası olduğu hâlde; insanların çoğu, hevâ ve hevesine tâbi olur; bu davadan i’râz eder, yüz çevirir ve neticede bu davayı kaybederek ebeden Cehennem’e yakıt olur.[1] İşte bu dünyada en hayret ve taaccüb edilecek mes’ele budur!
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Bakara, 2:24.
İlginizi Çekebilir