© Malatya Time

Orucun Derin Mesajı: Cenab-ı Hakk'ın Rubûbiyetine Yaklaşmanın Gizli Yolu Nedir?

Cenâb-ı Hak, yeryüzünü bir sofra-i nimet suretinde yaratmış ve bütün enva'-ı nimeti o sofrada sermek suretiyle, kemal-i rububiyetini, rahmaniyet ve rahîmiyetini göstermektedir. Fakat insan, gâfildir. Yeryüzünü bir sofra-i nimet suretinde yaratıp bütün enva'-ı nimeti o sofrada seren nihayetsiz şefkat ve merhamet sahibi Rabbini unutuyor, nihayetsiz ihsanat-ı İlahiyeye karşı şükürle mukabelede bulunması gerekirken bu vazifesini ihmal ediyor.

İşte Cenâb-ı Hak, Ramazan-ı Şerif’teki oruç emriyle beşeri uyandırıyor, “Kâinattaki, bahusus Küre-i Arz’daki bütün nimetler, benimdir. İmsak vaktinden iftar vaktine kadar bu nimetlerden istifadeyi sizlere yasak ediyorum. Yiyip içemezsiniz” diyor. Akşam olduğunda ise, bir ordu gibi sofra başında hazır kıta bekleyip Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı bir tavr-ı ubudiyetkârane sergileyen Müslümanlar, اَللّٰهُاَكْبَرُ nidasıyla ve manevi izniyle yeme-içmeye başlar.

İnsan, Ramazan ayında emr-i İlahîye ittiba etmekle oruç tuttuğu zaman, hiçbir nimete mâlik olmadığını, kendi nefsine dahi mâlik bulunmadığını anlamakla gafletten kurtulur. Çünkü istifade edeceği nimetler hazır olmasına rağmen hiçbirisine el uzatıp ağzına götüremiyor. Çünkü oruçludur. İlahî yasak var. Bütün şehevani hislerin tatmini yasaktır. Ramazan-ı Şerif’de herkes iftar vaktinde sofranın başına oturur, yemek için izn-i İlahiyi bekler. Müezzin, Arş-ı A’zam’dan aldığı manevi emirle اَللّٰهُ اَكْبَرُdiyerek muntazam bir ordu gibi bekleyen müminlere yeme-içmeye izn-i İlahi verildiğini bildirir.

Rabbimiz olan Cenab-ı Hak, bizi rızıkla terbiye etmektedir. Birer abd ve memur-i İlahî olan müminler ise, oruç vasıtasıyla o nimetlere olan ihtiyaçlarını hissedip, o nimetlerin kıymetini derkedip ve o nimetlerin doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan geldiğini idrak etmekle اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek suretiyle Cenab-ı Hakk’ın rububiyyetine karşı küllî ubudiyetle mukabelede bulunurlar. Bütün müminler bir ordu gibi aynı anda aynı emre itaat etmeleri ile küllî bir ubudiyette bulunup,

اَللّهُمَّ لَكَ صُمْتُ وَ بِكَ آمَنْتُ وَ عَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَ عَلَى رِزْقِكَ أَفْطَرْتُ

“Ellahım! Senin rızân için oruç tuttum. Sana inandım. Sana güvendim. Senin rızkınla orucumu açıyorum.” diye dua ve niyazda bulunurlar.

Hem oruç ibadetinin rubûbiyyet-i İlâhiye’ye bakan bir ciheti de şudur ki; oruç tutan bir mü’min anlar ki; rahmâniyetin tecelliyâtında şerîk-i Bârî yoktur. Yani, oruçtaki açlık, hâl diliyle “Rezzâk, yalnız Ellâh’tır.” diye o mü’mine telkîn eder. Esbâbı reddedip, gâfil insanı îkâz eder. O da bu hâli ve hakîkati, nefsinde bilfiil yaşayarak hissedip derkeder. Demek bu ibadetten asıl murâd, tevhîddir. Mü’minin tevhîd-i hâlise nâil olmasıdır. Esbâbın birer tablacı olduğunu, mün’im-i hakîkî olmadığını anlamaktır. Şâyet insan, aç kalmazsa, açlık elemini nefsine çektirmezse, daha zabt u rabt altına girmez, kâide ve kurala tâbi olmaz, hak ve hukûk dinlemez, Rabbini tanımaz, Rezzâk’ı bir bilmez, haddini aşarak helâl-harâm demeden başkalarına aid mal ve mülke saldırır; böylece İslâm toplumu, fesâda ve yıkılmaya mahkûm olur. Zîrâ insan, kendini müstağnî gördüğü zaman azar, haddini aşar.[1] İşte onun bu menfî ve muzırr damarını kıran ve zillet ve perişaniyetini ona isbât eden delîl, oruçtaki açlık ilacıdır. Demek nefs-i emmârenin en birinci ilacı ve mürşidi, açlıktır.

Hem oruç tutan mü’min anlar ki; “Önüme, soframa gelen bu rızıklar benim değil, başkasınındır. Şâyet benim olsaydı, ondan istifâde ederdim. Bu vücûd da benim değil, başkasınındır. Bu rızıkları ve bu vücûdu bana ihsân ve ikrâm eden Zât-ı Zülcelâl, ömrümün bazı zamanlarında bu rızıktan istifâde etmemi, bazı zamanlarında da bu rızıktan uzak durmamı bana emrediyor; bana bir kânûn tayin etmiş; o kânûnun dışına çıkmamam lâzım; çıkarsam, cezaya müstahak olurum.” Böylece bir tavr-ı ubûdiyet takınır; Rabbine kulluk şuûru içinde yaşamaya başlar. “Demek ben, kulum, hür ve müstakil değilim. Beni bu meydan-ı tecrübe ve imtihana gönderen Zât-ı Akdes, sofradan istifâdemi hudûdlandırmış; belirli zamanlarda müsâade eder, belirli zamanlarda müsâade etmez. İftârdan imsâka kadar müsâade var. İmsâktan iftâra kadar müsâade yoktur. Bu arada yemek ve içmek ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmalıyım, zira yasak var.” diye nefsini bir nizâm ve intizâm ve terbiye dairesine sokar; onun serkeşâne ve firavunâne tavrını kırar; ubûdiyet edebini ona takındırır. O hâlde Ramazân ayında bütün mü'minler, bir ordu-yu Rabbânî; yeryüzü ise, bir sofra-i Rahmânî hükmüne geçer. Sofra hazırdır, ama ona el uzatmak yasaktır.

O hâlde Ramazân ayı gibi bazı zamanlarda, şâyet insanın arzû ve isteklerine, zevk ve safâsına bir yasak konulmazsa, bir hudûd tayin edilmezse, şehvânî hislerine ‘Dur!’ denilmezse; o insanın nefs-i emmâresi, daha dizginlenemez, istikâmeti bulamaz, -neûzu billâh- haktan udûl edip sapar, gider. Öyleyse insan, keyfe mâyeşâ hareket eden bir varlık olamaz. Onun her hâli ve tavrı ve konuşması ve fiili ve niyeti ve ameli ve inancı ve düşüncesi kaydedilmektedir. İşte Ramazân orucu, bin bir isimde bulunan tecelliyât-ı rubûbiyyeti, oruç tutan o mü’mine telkîn eder, ders verir. Onu tevhîd-i hakîkîye mazhar eder. Yeter ki mü’min, bir derece gafletten kurtulsun; kalbi de biraz uyanık olsun! İllâ bu hakîkati, az-çok hisseder.

Netîce-i kelâm: Şu âlemin ve insanın Rabbi, Ramazân ayında orucu emretmekle ma’nen der ki; “Ey insanlar! Vâcibü’l-Vücûd benim, Vâhid benim, Ehad benim, Hâlık benim, Rezzâk benim, Rahmân benim, Rahîm benim, Kerîm benim, siz ve bütün kâinât benim mülkümsünüz. Hiç kimse sizde ve şu âlemde tasarruf edemez. Öyleyse ey nev’-i beşer! Tevhîd-i hakîkîye girin. Dünya ve âhiret saâdetini kazanın.”

Peki, mezkûr îzâhâtı ve ders-i Kur’ânî’yi dinleyen bir insan, hâlâ daha Ramazân ayında oruç ibadetini yerine getirmemek suretiyle bu yüksek emr-i Rabbâni’ye muhâlefet ederse, bütün mü’minlerin iştirâk ettiği bu mübârek ibadete dâhil olmazsa, daha ona insan denilir mi?

 

(Heybil Yayınlarından “Orucun Hikmetleri” adlı eserden alınmıştır.)

 

 

[1] Alak, 96:6-7.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER