© Malatya Time

Sümeyye Deniz KARTAL / Güneş Gibi Açık

Sümeyye Deniz KARTAL yazdı...


  Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır. 

  Kur’ân-ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.

  “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)

  Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir. 

  Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir.
Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.) 

  Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden anlayacaklarını bilmesi de apaçık bir hakîkâttir. 

   İşte Kur’ân-ı Kerîm’in tarzı tam da bu minval üzere cereyan etmektedir. Fakat doktoruna inanmayan, bu sebeple de kendisine lazım olan ilaçları kullanmayan bir hastanın iyileşmesinin mümkün olmadığı gibi; mürşidine inanmadığı için onun gösterdiği istikamete girmeyen, hatta yaklaşmaya dahi korkan bir kimsenin felâha (kurtuluşa) ermesi de pek tabi mümkün değildir.

  “Şüphesiz ki Allah, inanan kimseleri dosdoğru yola ileten, irşat edip hidayete erdirendir.” (Hac Suresi, 53.) meâlindeki ayete ya da aynı ifadedeki diğer ayetlere kulak tıkayanlar, akabinde içine düşecekleri bataklıktan ötürü kimseyi suçlama hakkına sahip değillerdir. 

  Kur’ân’da bu kişiler ‘kör’, ‘sağır’, hatta ‘ölü’ olarak nitelendirilmişlerdir. Kur’ân’ın insanları irşat etmek istediği en temel hususlar; başta ‘Tevhîd’, ‘Nübüvvet’, ‘Haşir’ ve ‘Adalet’ kavramlarıyla özetlenebilir. 

   Bunlar Allah’ın birliğini, peygamberlik kurumunun varlığını, ölümden sonraki hayatı ispat etmeyi, insanlık camiasında adalet ve kulluk bilincini pekiştirmeyi anlatır. 

  Kur’ân’ın imandan sonra defaatle altını çizdiği en mühim konu ubudiyet ve ubudiyetin edebi olan ‘İslâm ahlâkı’dır. 

   Zaten İslâm’ın en temel esasları olan namaz, hac, zekât ve oruç ibadetlerinin en mühim fonksiyonlarından biri de bu olup, İslâm’ın öngördüğü tüm değerleri fert ve toplum hayatının özüne yerleştirmektir. 

 Bunlardan namaz, Allah’ın uluhiyetini, azametini kalplere yerleştirmek suretiyle insanları tüm kötülüklerden alıkoyan koruyucu bir kalkan nispetindedir. İnsana, ‘kul’ olduğunu bildirir. İnsanı, kendisini yüceltme, azizleştirme belasından kurtarır. 

    Dolayısıyla Kur’ân her detayıyla tevhidi ispatlı bir şekilde ortaya koyuyor.
Kâinâtta nûr ve ışık nâmına ezelden ebede her ne var ise; ağızların tadı, gönüllerin aşkı Râsûl-ü Zişân Efendimiz (sas) hatrına ve şerefinedir. 

   Yüce Rabbimiz, O eşsiz nûrunu Tevbe Sûresi'nde öyle tanıtıyor insanlığa: "Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki; gayet izzetli ve şereflidir." 

 Cenâb-ı Hakk, tevhîd hakikatiyle birlikte Hz. İnsan olan beşeriyete de bu sayede muazzam bir izzet ve şeref veriyor...
   Yani peygamberiniz; ‘semâdan inmiş bir melek değil; sizden, içinizden biri, kadrinizi bilirseniz’ buyuruyor. 

"Varlığın biricik gözbebeği, kâinâtın eşsiz ruhu, 124 bin enbiyânın imâmı ve peygamberi, arşın, kürsinin, levhin, kalemin, cennetlerin ve gönül nimetlerinin kendi nûrundan yaratıldığı Muhammed Mustafa'yı içinizden gönderdim ve sizi O'na ümmet kıldım" buyuruyor... 

    Nitekim, kendini tanımaktan gâfil olan, devasa bir tehlikeye karşı savunmasızdır. Kendini (nefsini) tanımayan kişi, ona muhalefet edebilir mi ki? Ona muhalefet edemeyen de enaniyetinden başka ilâh tanıyabilir mi ki? Bu yüzden olmazsa olmaz hakîkât tevhiddir. 

   Çünkü kişi, "Allah'tan başka ilah yoktur, ibadet etmeye lâyık yegane hakîkât O'dur" tasdîği ve takdîrinde bulunmadığı müddetçe; nefs-i emmaresinden bir çıkış yolu bulamaz. 

   Yüce Rabbimizin Âl-i Imrân Sûresi'nde buyurduğu üzere: "Her kim Allah'a dayanırsa; kesinlikle doğru yola iletilmiştir." 

   Bu da ancak O’nu tanımakla O’nun kelâmı Kur’ân’a kalp kulağını dayamakla mümkündür. Eşyanın hakikâtine iktiza eden gerçeğe binaen, o gönül sahibinin, hâl lisânıyla varlığının fenâ bulması ve eşyanın birbiriyle ittihasıdır. 

   Böyle gerçekleşmesi de o gönül sahibinin idrâkinde, tevhîd ile birlikte hiçbir şeyin varlığının mevcûd olmaması, dava edilmemesidir. 

   Tevhîdin tevhîd olabilmesi buna bağlıdır. Yani varlıkta açığa çıkan hiçbir şeyin Allah'ın zâtı, sıfat ve fiillerine eş, benzer ve ortak olmaması hakîkâtidir. 

   Hatta varlıkta açığa çıkan şeylere de bir vücûd verilmemesi, müstakil olmaması ve Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîleri olduğunun tasdîk edilmesidir. Bu incelikleri ancak; Allah ve Râsûlü'nün yolunda ve istikâmetinde ittibâ edenler, Allah ve Râsûlü'nün bildirdiklerine muhalefet etmeyecek tarzda idrâk edenler anlayabilir. 

 Cenâb-ı Hakk; "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattım" diyor.
 
...

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN BURAYA > TIKLAYINIZ 

 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER