Sümeyye Deniz KARTAL / Hakîkât-i Fettâhiyet
ÖZEL HABERSümeyye Deniz KARTAL yazdı.
Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Birinci Hakîkât:
"Fettahiyet" hakîkâtidir. Yani: Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. Evet nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasib bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu'cizatlı olarak; zemin bahçesinde dörtyüz bin enva'-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san'atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş.
يَخْلُقُكُمْ ف۪ى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ ف۪ى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنَّا تُصْرَفُونَ ٭ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى الْاَرْضِ وَلَا فِى السَّمَٓاءِ هُوَ الَّذ۪ى يُصَوِّرُكُمْ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
âyetlerin ifâdesiyle tevhîdin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu'cizesi, suretleri açmasıdır.
| Ayetü'l-Kübra
Cenâb-ı HAKK kendi isimleriyle bilinmek istiyor. O yüzden diyor ki: "En güzel isimler ALLAH'ındır. O'na onlarla dua edin."
(A'râf, 180)
Rivayetlerde; Fettah ismini zikredene, Fettah ismini vesile edene, Bismillah diyip, Cenâb-ı HAKK'tan hidâyetini, inâyetini, himâyesini yardıma çağırana bütün kapıların açılacağından bahsediliyor.
Fettah ismiyle hangi kapıyı denesek, hangi kapıya dayansak Cenâb-ı HAKK o kapıyı açıyor. Demek ki Fettah isminin böyle muazzam bir sırrı var. Cenâb-ı HAKK'ın Fettah ismiyle bütün kapıları açmasının sırr-ı sebebi, bizi Fettah ismini anlamaya, Fettah ismini zikretmeye, Fettah ismiyle Zât'ının bilinmekliğine ve yakînliğine çağırması değilse nedir?
Her şeyin en iyi cihetten, hikmetle, sureten ve mânen açılması. Tevhîdi tüm mertebeleriyle ortaya koyan her şeye açılmak sırrı.
Bu hakîkâti âlemlerin Rabbi olan ALLAH, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammedu'r Râsulullah ile açarak ortaya koymuştur.
Onunla birlikte; "Yedi gök ve yer ve içindekiler O'nu tesbih eder. Hiçbir varlık yoktur ki; O'nu övüp tesbih etmesin" sırrını açıyor.
"Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran da O'dur, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de O'dur" sırrıyla gökyüzünü açıyor.
"Gök gürültüsü hamd ederek, melekler de ALLAH korkusuyla O'nu tesbih eder, gökten size su indiren O'dur, o suda sizin için hem bir içecek vardır, hem de ağaç ve otlar yeşerir; siz de hayvanlarınızı otlatırsınız" sırrıyla bulutları ve yağmuru açıyor.
"İçinizdeki taze balıklardan yiyesiniz ve süs eşyalarını çıkarıp takınasınız diye denizleri sizin hizmetinize veren de O'dur" sırrıyla denizleri, okyanusları açıyor.
"Yeryüzü sizi sarsmasın diye dağları O dikti, yolunuzu bulasınız diye nehirler ve yollar, daha nice alâmetler yarattı" sırrıyla dünyayı, kâinatı açıyor.
"Daneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz ALLAH'tır, O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da O'dur" sırrıyla insanlara ellerini uzatmış ağaçları ve yüzlerine gülümseyen çiçekleri açıyor.
"Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer topluluk olmasın. Sonra onların hepsi Rabb'lerinin huzurunda toplanırlar" sırrıyla tek tek gözler önüne serdiği kuşları, kuzuları, böcekleri, balıkları açıyor.
"Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve simâlarınızın farklılığı da yine O'nun âyetlerindendir" sırrıyla insanlığa göklerle beraber kendi bilinmekliğini açıyor.
Sonra nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılıp yokluğa karışmak üzere olan insana en büyük müjdesinin sırrını açıyor:
"Şimdi bak ALLAH'ın rahmet eserlerine; yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla Kâdîr'dir."
Kâinatın mebdei ve yaratılış gayesi olan Muhammedu'r Râsûlullah ile sonsuz karanlıklar sonsuz nûra açılıyor.
Çünkü kâinatın hamuru olan Nur-u Muhammedî dediğimiz o nur bizzat Fettah ismiyle açılıyor.
"Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz." (Zâriyât, 47)
Devamlı büyüyen bir şeyin öncesine gidilirse, geriye sarılırsa zaman; küçülür, küçülür, küçülür. Peki evvelinde ne var? Bir nokta. Bir nûr. Bütün kapıları, bütün suretleri, bütün mahiyetleri, her şeyi bizzat kendi emriyle açan Fettah; o nuru elbette ki ismi tecellisiyle açmıştır.
Aynı maddeden açmak; mesela demirden araba yapmak, tuğladan bina yapmak vs.
Ya bir yumurtayı açmak? İçinde 2 ayrı renk var; beyaz ve sarı. Onun içinden üzerinde 5000 den fazla renk bulunan tavuskuşunu açmak? Bir tohum? İçinde sayısız çekirdekte inciri açmak?
Ya bir damla sudan insanı? Onun bedenini, bedeninin azalarını, azalarının vazifelerini, dahası manevi duygularını açmak?
Bir tarafta gözümüzün önünde her gün baktığımız ama göremediğimiz nice mucize, diğer tarafta ise bu mucizeleri görmeyi perdeleyen, insan için dehşetli bir engel: ülfet...
Ülfet gafletin bir çeşiti, gaflet de dalaletin bir nevidir. Dalalet de ALLAH muhafaza imânsızlığa götürür.
Nereden gidiyor? ALLAH'ı biliyor, Peygamber'i biliyor, her şeyi biliyor ama ülfet var.
Hakîkâti örten kesif bir perde, mânânın üzerini kapatan kalın bir kabuk altında olan elbette ki alışkanlık kazandığı şeye karşı körleşir, göremez hâle gelir, varken yok eder, ziyan eder.
Gafletle oradaki kudret ayetlerini göremediği bir hâlete bürünür. Onun için Kur'ân'ın ayetleri ne yapıyor; adeta şimşek gibi gözlerdeki ülfet, adet, gaflet perdelerini yakıp yırtıyor.
Deveyle ilgili ayet nazil olduğunda, sahabelerin bunu duyup hanelerinden koşarak develerine bakmakta yarıştığı gibi...
Oysa âyetin indiği o güne dek Mekkeli ve Medinelilerin hayatları, her ânları deveyle geçiyordu.
Etinden, sütünden, derisinden, yününden faydalanıyor, binek olarak kullanıyorlardı. Kendileri için bir hayli hayati öneme sahipti. Hâl böyleyken kendilerine inen âyet de ALLAH Azze ve Celle ne diyordu?
"Hâlâ bakmazlar mı o deveye: nasıl yaratılmış?" (Gâşiye, 17)
Her gün gözlerinin önündeki deveyi, o güne kadar hiçbir zaman görememişlerdi.
Ve işte o zaman gördüler; Kur'ânî bir nazarla, ibretle, tefekkürle, hayretle, O'nun sanatına Sanatkâr'ı hesabına mânâ-i harfiyle bakınca o kudret manzarası karşısında şaşkına döndüler. Yıllardır ülfetten dolayı göremedikleri bir harikayı keşfettiler.
Çöller ki, yaşamaya en elverişsiz yerlerdir. Gündüzleri aşırı sıcak, geceleri soğuktur. Su ve gıda çok azdır. Kızgın kumlar üzerinde yürümek, diz çökmek son derece can yakıcıdır. Dahası kum fırtınaları çıktığı zaman gözlerinize kum kaçar, etrafınızı göremezsiniz. Ayrıca akciğerlere kum dolarsa hayatınız sona erer.
Canlıların çoğu için böyle elverişsiz bir yerde hayatını sürdürmek mümkün değildir. Ancak develer ALLAH tarafından bu zorlu şartlarda yaşayabilecek şekilde yaratılmışlardır.
Develer çölün o kavurucu sıcakları altında haftalarca su içmeden hayatta kalırlar. Üstelik sırtlarında ağır yükler taşıyarak insanoğluna hizmet ederler. Devenin bütün organları susuzluğa dayanıklı olacak şekilde yaratılmıştır.
Derisi ve kürkü çok kalındır, ısıyı ve soğuğu geçirmez. Develerin vücut sıcaklığı gündüz 41 dereceye çıkarak terlemeyi düşürür. Böbrekleri ve suyun geri emilimini sağlayan idrar kanalı da özel olarak tasarlanmıştır, su içmediği zamanlarda su kaybını % 90 azaltır. Kanı da susuzluk zamanlarında akışkanlığı koruyacak şekilde dayanıklılığı artıran maddeler ihtiva eder. Devenin burun mukozası bile nemi kaybetmeyecek şekilde yaratılmıştır.
Diğer canlılar su içemedikleri zaman böbreklerinde biriken üre kana karışarak ölüme sebep olur. Devenin karaciğeri ise vücudunda oluşan üreyi defalarca işleyerek suyu ve besini tasarruflu kullanır. Develerin böbrekleri de suyu tekrar kazanmaya elverişli yaratılmıştır. Develerin bir başka mucizevî özelliği de böbrekleri sayesinde, tatlı su bulamazlarsa deniz suyu gibi tuzlu suları içebilmeleridir. Bir seferde 120 litre kadar su içebilirler. Başka bir canlı, mesela bir sığır böyle su içseydi kan hücreleri patlardı ve ölürdü. Buna biyoloji dilinde hemolysis denilir. Oysa devenin kan hücrelerinden hormonlarına kadar her tarafı çöl hayatına uygun yaratılmıştır.
Hakeza.
Günümüze dönersek hâlâ evrim var mı yok mu açmazında boğulan bir nesil.
Şimdilerde kiminle karşılaşsalar; "Evrimi kabul ediyorsan konuşalım, yoksa konuşacak hiçbir şeyimiz yok. Yani olaylara bilimsel olarak bakmayan insanlarla konuşmaktan yorulduk" diyorlar.
Biz de farklı bir yerden girerek diyoruz ki; evrimi kabul etmeyen insan olur mu ya? Evrimi bir insan nasıl kabul etmez?
Tabiki kabul ediyoruz. Öyle diyince şaşırıyorlar. "Gerçekten mi, evrimi kabul ediyor musunuz, nasıl yani?" diyorlar.
Elbette diyoruz. Başlıyoruz anlatmaya.
Mesela diyoruz; insanın ilk hâliyle son hâli arasında devamlı bir evrim geçirme hâli var, doğru mu? Doğru diyorlar. Evreler var; birinci evre, ikinci evre, üçüncü evre.
Kur'ân da bundan bahsediyor.
"Kendisi, akıtılan meniden bir damla su,
(zigot) değil miydi?" (Kıyâme, 37)
"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğunu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirip (donattık); sonra bir başka yaratışla onu (tastamam) inşa edip (hayata çıkardık). Yaratıcıların en güzeli ve en mükemmeli olan ALLAH ne Yücedir." (Mü'minûn, 14) diyor.
Yani bir et parçası. Sonra sonra sonra. Evrimden bahsediyor işte dediğimizde duruyorlar.
O zaman diyoruz ki hadi sizinle bir misâl-i âlem yapalım; inşaatın birinin kenarından her gün geçtiğinizi düşünün. Her geçtiğinizde bakıyorsunuz ki inşaat her gün yeni bir evreye gelmiş, sizin tabirinizle 'evrim geçirmiş' yani. Her geçen gün tuğlalar biraz daha dizilmiş, kalıplar biraz daha çakılmış, inşaat biraz daha farklılaşmış. Her geçen gün inşaat değişiyor ve gelişiyor. Yeni yeni evrelere giriyor. Fakat şunu farkettiniz; günler sonra baktınız ki inşaat mükemmel bir vaziyete gelmiş, son tuğlayı koymuşlar artık inşaat bitmiş. Her gün ordan geçerken inşaatın fotoğrafını çekseydiniz, fotoğrafları da yanyana dizseydiniz, her bir fotoğraf bir evre miydi? Evet. İnşaatta çalışan ustalara da görev veren diyor ki; şuraya duvar örülecek, şuraya kalıp çakılacak, şuraya şu yapılacak, buraya bu yapılacak. Usta niye diye sormaz. Ona verilen işi, yani vazifesini yapar. Ancak ustalar işin nereye gittiğini bilmez. Projenin ne safhada olduğunu bilmez. Yapınca ortaya neyin çıkacağını bilmez. Hiçbiri bilmiyor, hepsi kendilerine verilen işi yapıyor. Kimisi kalıp döküyor, kimisi tuğla örüyor, kimisi sıva yapıyor, kimisi şunu, kimisi bunu; ama günden güne, evreden evreye inşaat ne yapıyor? Yeni yeni hâllere vaziyetlere giriyor. Bir şeyi daha farkettiniz; her gün inşaat son hâline bir tık daha yaklaşıyor. Peki her gün inşaat son hâline bir tık daha yaklaşıyorsa ve burada çalışanların hiçbiri inşaatın son hâlini bilmiyorsa şunu söyleyebilir miyiz: daha inşaat yapılmadan inşaatın son hâlini bilen birisi vardı ki, projeyi o çizdi ve konulan bütün tuğlalar onun irâdesiyle, onun tercihiyle, onun plânıyla konuldu.
Yani inşaatın son hâlini bilen biri vardı, inşaatı her gün aslında evirip çeviren oydu. O tuğla dizmedi, sıva yapmadı, kalıp çakmadı, onu inşaatın hiçbir safhasında göremediniz; ama ilk hâlindeyken son hâlini o biliyordu. Çünkü projeyi o çizdi. Ve inşaat her gün evreden evreye, vaziyetten vaziyete geçerken onun ilmi, onun irâdesi onun kontrolu dahilinde evrildi çevrildi doğru mu? Evet.
Tamam şimdi geçiyoruz, inşaatı bir kenara koyuyoruz; insan vücudunu inceliyoruz. Anne karnındaki ilk hâlinden son hâline doğru az önceki misâlimizdeki gibi bir inşaat yapılıyor mu? Evet, çünkü devamlı değişiyor ve gelişiyor. Her gün fotoğrafını ultrason cihazlarından çektik yanyana dizdik. Şimdi sizin her gün anne karnındaki şekliniz son hâline daha çok yaklaşıyor mu? Her geçen gün finâle son hâlinize doğru adım adım evrilip çevrildiğinizi gözünüzle görüyor musunuz? Görüyorsunuz.
Öyleyse daha sizin ilk hâlinizdeyken son hâlinizi bilen birisi vardı ki O'nun kontrolünde, O'nun ilminde ve O'nun irâdesinde; 'bilerek, görerek, irâde ederek, kastî bir şekilde' evrildiniz çevrildiniz. Tamam evrim var dedik ama evirip çevireni nasıl inkar edeceğiz?
Böyle diyince susuyorlar. Biz diyorlar, biz hiç böyle bakmadık...
Bakamazsınız; çünkü böyle bakmak, böyle baktırmak ancak Kur'ân-ı Kerîm'e mahsus.
Hep ne yapıyorlardı; 'kendi kendine, zamanla, tabiat ve doğa olayları sonucunda oluştu'ya bağlıyorlardı. Adına da bilimsellik diyorlardı. Ama biraz dikkat ettikleri zaman gördüler ki içinde zırnık kadar bilim yok, kendilerine yutturulan, akıllarıyla dalga geçen tamamen uyduruk bir safsata. Niye? Çünkü akıl mantık bu ifadenin hiçbir yerine giremez. Evrim var dediğin ânda evireni çevireni, onu hâlden hâle değiştireni de inkâr edemezsin.
Tüm bu sebeplerin müsebbibi; ALLAH Azze ve Celle'dir.
Misâlleri çoğaltalım; şimdi diyelim ki biz bir resim çizeceğiz. Nereden başlarız çizmeye? Önce ayaklarından? Veya kafasından veya kollarından?
Cenâb-ı HAKK açarken nasıl açıyor?
Mesela insanı yaratmaya nereden başlıyor? Her yerini aynı anda yaratıyor... Aynı anda açıyor...
Tavuskuşunu yaratırken, ağaçları yaratırken nasıl açıyor? Ayrı ayrı, her tarafta, aynı anda... Ve bütün insanların simâlarını birbirinden farklı açtığı gibi seslerini de farklı açıyor.
Sonra huylarını, karakterlerini de açıyor.
Bu yüzden, Üstâdımız, Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi; “İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nevi hükmündedir.”
Mesela, bir kuş taifesi ALLAH’ın bütün isim ve sıfatlarına tam bir ayine olamaz. Olsa olsa birkaç ismine güzel bir ayna ve takvim olur. İnsanın, ALLAH’ın bütün isim ve sıfatlarına tam bir ayna olması da; ahsen-i takvim suretinde açılması sırrıyla muhkemdir.
Demek ki ayrı ayrı, maddi ve manevî kâinatı her ân Fettah ismiyle açarak yaratan bir ALLAH var. Ki şu anda Fettah ismi her yerde tecellî ediyor. Her tarafta tasarruf ediyor.
"O (ALLAH CC) her gün (her an farklı) bir "şe’n"de ayrı bir işte ve meşguliyettedir. Her şeyle ve herkesle bizzat ilgilenmektedir." (Rahman, 29)
"..Hadsiz muntazam suretlerin..."
Muazzam bir intizamdan bahsediyor.
İntizam ise; hikmet-i İlâhiyenin tezahürüdür.
Öyleyse insan bedeninin Fettah'ı olan ALLAH, insan ruhuna, fıtratına yüklediği öz hakîkâtleri de açandır.
Baharda yeryüzündeki bütün çiçekleri aynı anda harekete geçiren Fettah, agaçların ceset gibi iskelet gibi dallarından gövdelerinden aynı anda yaprakları, meyveleri ve filizleri de açandır. Aynı anda farklı yerlerdeki çekirdeklerin çatlaması, ağaçların yeşermesi bütün bu fiillerin tamamı dünyanın güneş etrafındaki bir dönüşü fiiline bağlı.
Yani bir fabrika düşünelim; içinde 1000 tane makina var, kimisi diyelim kumaş yapıyor, kimisi ip sarıyor, kimisi dokuyor, kimisi boyuyor, kimisi dikiyor, kimisi biçiyor, kimisi kesiyor; ancak bütün makinalar tek bir şartele bağlı. Bu makinaların tamamını bir elden idâre eden, tamamını harekete geçiren, tamamını işlettiren şartel tek. Çünkü hepsinin dizgini o tek düğmede.
Öyleyse dünyayı güneşin etrafında döndüren kimse; yeryüzündeki bütün tohumları çatlatan, ağaçlardan o yaprakları çiçekleri çıkaran, bütün mahlukâtı açan; aynı irâde, aynı kudret, aynı tasarruftur.
Çünkü bir fiille açılıyor, hepsi bir elden. Her birisine münasip bir tarz-ı muntazam mevzu bahis. Neye göre, kime göre olması lazım?
...
İlginizi Çekebilir