Aşk-ı Hakikî
22 Ekim 2021, Cuma 07:10Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...
"Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder."
Cenâb-ı Hakk, yegâne muhatabı insanın gönlüne muhabbeti yerleştirmiştir ki; esma ve sıfatları bilinsin ve Zâtı lâyıkıyla sevilebilsin. O kalp, o muhabbetle öyle bir genişliğe sahiptir ki; ezelî ve ebedî olan O Hazîne-i Rahmet'in, cemâl ve kemâlinden başka hiçbir şeyle tatmîn ve mutmaîn olamaz.
Mahlukâtın, kendisiyle ve kendisi için var edildiği biricik hakikât; yalnız Allah'a (c.c) aşk ve muhabbet ile ibâdet etmektir. Bu, kişinin sevgisinin, bağlılığının, itaatinin, teslim oluşunun, O'na karşı acziyetinin; emir ve yasaklarına tam riayeti gibi muhabbeti ve kulluğu gereği eda etmesinin en kemâl noktasıdır. Aşkın bu kemâl noktası da ubûdiyettir; züll, boyun eğme ve mahbuba teslimiyettir.
Göklerin, yerin, dünya ve ahiretin, tüm zerrenin ve eşyanın hakikâtinin uğruna yaratıldığı sır budur:
"Biz, göğü ve yeri Hakk ile yarattık." (Hicr, 85.)
"Göğü ve yeri bâtıl/boş yere yaratmadık." (Sa'd, 27.)
"Sizi abes yere yarattığımızı mı sanıyorsunuz?" (Mü'minûn, 116.)
Allah tekaddes hazretleri, bu hakikât uğruna; nebîleri göndermiş, kitapları indirmiş, cennet ve cehennemi yaratmıştır. Ve böyle bir teslimiyet; Allah'a (c.c.) en sevimli gelen şeydir.
Ulvî ve süflî âlemler irâde ve aşka tâbidir. O aşkla ve O aşk için kâinat döner durur.
Âlemde sebebi ve hedefi aşk ve irâde olmayan hiçbir şey yoktur ki; aşksız ve irâdesiz hareket edebilsin.
Özünde aşkın hakikâti; aşığın, mahbuba/sevgiliye doğru akmasıdır. Aşk; sükûneti olmayan bir akıştır.
Tohumdan çıkılmadan, benlik dâiresi edeple kırılmadan aşktan; yani âlemlerin Rabbi'nden ve âlemlere rahmet olarak bahşedilen o nûrun alâ nûrdan bahsedilemez.
Her şeyi kendi âleminden ibaret sanmak; diğer canlılardan bir adım dahi öteye geçememe felaketidir. İliklere kadar işleyen o hakikâte adanmadıkça; tek olan Yaratıcı bilinmez.
O bilinmedikçe; O'nun tüm kâinatı yarattığı muhabbetin zerresinden dahi haberdar olunmaz.
Sonsuzlarca yıldız ve galaksinin içinde, gözle görülemeyecek bir zerrede, o zerrenin de içerisinde ayırt edilemeyecek bir toz taneciği hüviyetinde, hiçlik âleminde; ama içindeki zerreden melekler, felekler ve cümle âlemler o aşk ile görülmekte, bilinmekte ve idâre edilmekte...
Ancak o mânâyı kuşanarak kâinatlar aşılabilir. Ancak o zaman; "Biz ona ikrâm ettik" buyruğuna muhatap olunabilir.
İmân, ihlâs ve teslimiyet ancak hakikî varlıktan haberdar olup, bu oluşla kendi fâni varlığından soyunarak; ötesine aşkla geçebilenler içindir.
Ki elbette Cenâb-ı Hakk, bunun bilinebilmesi ve kulunun da buna muhatap kılınması için husûsi izzet, şeref ve vakara; dahası bu imânî muhabbete hz. insanı mazhar kılmıştır.
Çünkü O kulunu, kulunun O'nu istediğinden daha çok istemiş ve murâd etmiştir.
Kulun O'na muhabbeti, kalpten duyduğu sevgisi, aşkı aslında O'nun kuluna canından da, şahdamarından da daha yakın oluşundandır.
Bundandır ki; insanın yokluğu dahi yokluk olarak bilinmezken, O ezelî mahbup kulunun varlığını Zâtına muhatap olarak dilemiştir. Kulunun bilmesini, bulmasını, olmasını yalnız O istemiştir.
O Rabbü'l Âlemîn, merhameten ve muhabbeten kuluna yine onun cinsinden ve âleminden bir nûr bahşetmiştir. O nûru yine bizzat Zâtı sahiplenmiş ve Zâtına âit olduğunu tüm kâinata ilân etmiş, tasdîklemiştir. O'ndaki ehadlik, sırr-ı Muhammedî ile aşka bürünmüştür.
"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?"
Dolayısıyla gönülden gönüle yol var ve o yolda Allah'ın mümin kullarının kalplerine ilham kıldığı "Rahman" isminin tecellîsi nûranî bir aşk var.
Bu öyle bir cevher ki; akıl sezemiyor, kestiremiyor, yakınından bile geçemiyor; ama kalp hissediyor ve diyor ki: "Bu değil benim maksudum; ancak Sensin."
Ancak O'dur; Hâlîk-i Hakîkî...
Aslolan aşktır, muhakkak ki her şey aslına rücû edecektir. Aslına rücû etmeyen vasıl olur mu Hakk'a?
Velhasıl, aşığa edep gerek diyerek sözün özünü Yûnus'a bırakalım, o da yerimize desin ki:
"Mecnûn'a sordular Leylâ nice oldu?
Leylâ gitti adı dillerde kaldı,
Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu;
Yürü Leylâ ki ben Mevlâ'yı buldum,
Leylâ Leylâ derken Allah'ı buldum..."
Allah-u Teâlâ kuluna her şeyiyle kâfidir. O ne güzel Mevlâ ve O ne güzel Vekîldir.
Sonsuz hamd, nihayetsiz şükür ancak ve yalnız O'nadır..
Âlemleri nûruna garkeden ol Fahr-i Âlem, Habîb-i Hüdâ Peygamberimiz; Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) Efendimiz’e, O'nun âl ve ashabına da kalbî muhabbetle; sonsuz salât-ü selâm olsun..
Vesselâm...