Ayn-ı İtibar
26 Kasım 2021, Cuma 06:26Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...
"Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (s.a.s.) seçen kişi; imânın tadına erişir."
Hadîs-i Şerif'inde nakledilen tad, râzı olmanın neticesinde erişilen marifettir. Marifet, Allah tekaddes hazretlerinin, sevdiği ve razı olduğu kullarının kalbine bahşettiği bir nûrdur.
Rabbü'l Âlemîn'in nazarında bu nûrdan daha yüce ve değerli bir şey yoktur. Marifetin hakîkî mânâsı bu anlamda; "..ölü iken dirilttiğimiz..."(En'am Sûresi, 122.) ayeti sırrınca, kalbin bizzat el-Muhyî esmâsıyla yani dilediğine hayat veren Allah-u Teâlâ ile hayat bulmasıdır.
Kadim kuraldır; kim enâniyetini çiğner, hakîkatine yürüse; dünya ondan uzaklaşır. Her kim de kalbinin nûrunu nefsine uyarak söndürür, hiçliğine yürürse; Hâlık'ı olan Rabbi ondan uzaklaşır.
Kalp, Hakk'ı ibret nazarıyla gördüğü zaman marifet ile hemhâl olur. Yani görünenden görünmeyen, görünmeyenden görünen ile bütünleşmek. O noktadan sonra, Hakk'tan başka ne varsa o kişinin gözünden de, gönlünden de silinir, kaybolur.
Bu hakîkâtle bütünleşen bazı büyükler şöyle buyurmuşlardır;
"Marifet, kulun nazarında Allah-u Teâlâ'dan başka ne varsa, bir hardal tanesinden daha değersiz hâle gelerek önem ve kıymetini kaybetmesidir."
Cenâb-ı Hakk'ın, En'am Sûresi 91. ayetinde buyurduğu gibi: "Allah de; sonra onları bırak..."
Çünkü Hakk'a gönül veren; ne dünyaya, ne de ahirete iltifat etmez. O aşkla başı dönen aşığın gönül güneşi; gündüzün güneşinden misliyle daha aydınlık ve daha göz kamaştırıcıdır. Ve o aşıkların gönül güneşi ki; asla batmaz.
Zünnûn-u Mısrî Hazretleri izâh buyurmuşlar;
"Allah'ın bazı sırları aydınlatması (açığa çıkarması), güneşin ışık hüzmelerini yayarak yeryüzüne doğması gibi ilâhi yardımını sürdürmesiyle olur. Siz, gönlünüzü arındırmaya bakın. O'nun iltifatının muhatabı ve sırrının meskeni gönüldür. Allah'ı hakkıyla tanıyan (ârif), O'ndan başkasını gönlüne yâr seçmez." Seçemez...
Kâinatın övüncü Râsûl-ü Zişân Efendimiz yine bir Hadîs-i Şerif'lerinde buyurmuşlardır ki;
"Allah-u Teâlâ, insanları bir karanlık içerisinde yarattı. Sonra üzerlerine nûrundan bir tutam nûr serpti. Saçılan bu nûrdan kendisine isabet eden hidâyete erdi, nûrdan alamayan insanlar yolunu şaşırıp sapıttı."
Öyle ki bu nûr, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla kalbe girip yerleşir. Onunla aydınlanır gönül...
O nûr, kişinin maddî âlemine kadar yükselir, böylelikle maddî manevî âlemlerinin perdeleri kalkar ve sırları aşikâr olur. Bu tecellîlere nail olan kul, artık tüm zerrelerince nûra garkolur.
Yemesi içmesi, uyuması uyanması, oturması kalkması, fiilleri hülâsa tüm hâl ve tavırları nûra bürünmüştür. Yaşaması da, ölmesi de onun için birdir, her hâl ve durumda nûrlar içindedir.
Nûr Sûresi 35. ayetinde de buyrulduğu üzere;
"Allah, göklerin ve yerin nûrudur... Allah, dilediğini nûruna eriştirir."
Bu nûra eriştiren marifet; kalbin Allah'a yakınlığıdır. Aşığın maşuğu her ân ve her yerde murakabe etmesidir. Her şeyden uzaklaşarak, tüm alışkanlıkları terk ederek; Rahmân ve Rahîm olan Sultan'a yönelmesi, yalnız ve ancak O'nunla sükûnet bulmasıdır.
Bu minvâlde, âriflerin marifet tarifinde şöyle bir cümle geçer;
"Hâli mecnunluk; tavrı cehalet; mânâsı hayrettir."
Bilmezler ki; o, tüm varlığını heybet ve yücelik sahibi RABB'inin aşkıyla eritmiştir de, 'yâr'inden başka kimsesi kalmamıştır. Bilmezler...
Aşk O'nda başlar, O'na döner. Marifete erişen kalp, Hakk'ın hakîkâtine vakıf olduğunda yok olur. Sonra, O'nun varlığıyla nefisten münezzeh bir şekilde yeniden vücud bulur. Artık böyle bir kalp; ölmüş bir diri, hayat bulmuş bir ölüdür.
Aşikâr olduğu halde gizli, gizli olduğu halde aşikârdır.
Rivâyet olunmuştur ki, Cenâb-ı Hakk, Davud (a.s.)'a;
"Ey Davud! Beni bil, nefsini de bil!" diye buyurmuştur. Bu vahyin ardından Davud (a.s.), derin düşüncelere dalmış, sonra "İlâhi!" demiştir; "Seni kudretinle yegâne ve ebedî oluşunla tanıdım. Nefsimi ise, gücü hiçbir şeye yetmeyen bir zavallı ve bir hiç olduğunu gördüm."
Davud (a.s.)'ın bu cevâbı üzerine Cenâb-i Hakk; "İşte, şimdi beni hakkıyla bildin!" buyurmuştur...
Bir başka Hadîs-i Şerif'te de tasdîklenmiştir ki;
"Şayet sizler Allah'ı hakkıyla bilmiş olsaydınız, bu irfândan sonra cehalete yer olmadığını anlardınız. Çağırmanızla, yani bir işaretinizle dağlar yerlerinden oynardı."
Marifet-i ilâhiye; başı ve sonu olmayan tükenmez bir hazinedir. Yakınlık ummanından yükselen kalp pervanesinin, celâl ve kudret nûru etrafında dönüp dolaşmasıdır. Bu hâle ancak o nûrdan nasipdâr olan hakîkî kalp sahipleri erişir.
Velhâsıl, fâili gözardı ederek, fiiller ile yetinen marifete erememiştir.
Dünyaya tenezzül etmeyip, âlemleri halk edeni görmektir; marifet...
Vesselâm...