Bakkal İbrahim Amca gibi olmak
17 Eylül 2014, Çarşamba 19:47Uzun zamandır yazamıyordum. Ya vaktim, ya da imkanım olmuyordu. Bu anı bana bağışlayan Rabbime hamdolsun. Bugün çok etkilendiğim bir hayatın hikayesini, daha doğrusu gerçekten yaşanmış bir olayı aktaracağım.
Yıl 1957, İbrahim amca 50 yaşlarında ve Fransa'da yaşıyordu. Türk'tü ve bakkal dükkanı çalıştırıyordu. Dükkanın üstündeki apartmanda da bir Yahudi aile vardı. Ailenin yedi yaşlarında Cad isminde bir çocuğu vardı. Her sabah bakkala gelir alışverişini yapardı. Her gün istisnasız bir de çikolata çalardı.
Günlerden bir gün Cad alışveriş yapar ve çikolatayı çalmayı unutur. Çocuk bakkaldan çıkarken İbrahim amca arkasında bağırarak;
“Cad! sen çikolatanı unuttun” der.
Bunu duyan Cad, birden bire korkarak, “Sen her gün beni görüyor muydun?” der.
İbrahim amca; “Evet, al bu da bugünkü çikolatandır” der ve kendisine almayı unuttuğu çikolatayı verir.
Bunun üzerine Cad İbrahim amcaya bir daha asla çalmayacağını söyler. İbrahim amca da çalmayacağına dair Cad'dan söz alır. Cad her gün alışverişini yaptıktan sonra çikolatasını alır ve İbrahim amcaya; “Çikolatamı aldım” der ve gider. Bu yıllarca devam eder.
Bundan sonra ikisi arasında güzel diyaloglar kurulur ve Cad sorunlarını, sıkıntılarını kısaca her şeyini İbrahim amcayla paylaşır. İbrahim amca hep sabırla Cad'ı dinler, daha sonra da çekmecesini açar bir kitap çıkarırdı. Sonra Cad gözlerini kapatır ve bir elini, açtığı iki sayfadan birinin üzerine koyarak seçim yapardı. İbrahim amca bu sayfadakileri kendisine okur, sonra da okuduklarını beraber mütalaa eder, tartışırlardı.
Yıllar geçer ve İbrahim amca 67 yaşına gelir. Cad ise artık 24 yaşındadır. Araları çok iyi ve birbirlerine son derece güveniyorlardı. Derken ölüm meleği gelir ve İbrahim amca vefat eder.
İbrahim amca, Cad'a vermek üzere çocuklarına bir sandık bırakır ve bunu vasiyet eder. Cad ağlamaktan ve üzüntüden Sandığı unutur.
Bir gün Cad'ın sorun ve sıkıntıları artar. Yaşlı arkadaşını hatırlar ve; kendi kendisine, ah İbrahim amca ah! Sen olsaydın beni dinlerdin! derdimi anlardın! bana yardımcı olurdun! çekmeceyi açar, kitabı çıkarırdın! vs. derken, aklına sandık gelir. Hemen koşarak gider ve sandığı getirip açar. İçinde aynı kitabı görünce gözlerini kapatır ve kitabı açar bir sayfasına elini koyar ve gözlerini açtığında Arapça bir kitap olduğunu görür. Hemen Arapça bilen Tunus'lu bir arkadaşına gider. Kendisine bu kitaptan okumasını ister. Arkadaşı kendisine okur, sonra Cad kitabı alır ve sorunlarını düşünmeye başlar! Ne kadar sorunu olduysa cevabını hep bu kitapta bulmuştu!...
Cad, arkadaşına bu kitabın ne olduğunu sorar. “Bu kitap Kur'an-ı Kerim'dir” cevabını alır.
Bunun üzerine Cad Müslüman olur. Adını da Cadullah El-Kur'anî koyar. İslami ilimler okur ve doktorasını da yapar. Avrupa'nın en büyük İslam davetçisi olur. Fransa'da altı binden fazla Yahudi ve Hristiyan onun eliyle Müslüman olur.
“Kendisine en mutlu zamanın hangisidir?” diye sorulduğunda; benim elimle biri Müslüman olduğunda cevabını verir. “Çünkü o an, İbrahim amcadan aldığım o güzelliğin bir kısmını iade etmiş olduğunu hissediyorum” der. “İbrahim amca ile tam 17 yıl beraber olduk. Tek bir defa bana sen Yahudisin, ben Müslümanım demedi. Sen kafirsin demedi. Hatta bana okuduğu kitabın ne olduğunu bile söylemedi. Asla benden usanmadı ve büyük bir ustalıkla beni Kur'ana bağladı. Allah'ın kulları üzerindeki alameti, bu uğurda çalışmaktır, başarısını görmek değildir” der.
Daha sonra Dr. Cadullah, Afrika'ya gider ve tam on yıl kalır. Zulu kabilelerinden altı milyonun üzerinde insan kendisinin eliyle Müslüman olur. Afrika'da tutunduğu müzmin bir hastalıkla 2003 yılında 55 yaşında iken vefat eder. Allah ğani ğani rahmet eylesin.
Evet, Cad bir Yahudi idi. O'nun İslamına Bakkal İbrahim amca vesile olmuştu. Üslubuyla, hikmetiyle, güzel ahlakıyla Cad'ı büyülemiş ve vefatından sonra Cad Müslüman olmuştu. Biz acaba bu yaşantının ve bu hikayenin neresindeyiz?
Her insan hesaba çekilecektir. Gelin bizim de sevaplarımız kabrimizde iken gelsin. Önce iyi bir Müslüman, sonra örnek birer insan olalım. Bizi görenler imrensinler. İnancımızı gıpta ile merak etsinler. Ahlakımıza bayılsınlar. Biz onları dine davet etmeyelim, onlar İslam dinine girmek için bizi davet etsinler.
Bir Ramazan ayıydı. Malatya'da İftar çadırında Uzakdoğulu bir bayan gördük. Kamerasını kendisine doğru kurmuş, rec'ine basmış yemek yiyordu. Herkes iftar yemeğini yemişti, o hala yemeğe devam ediyordu. Fuarcılık Müdürümüz Murat Nalçacı bey ile beraber Soykan Parkı'nın sol tarafındaki dershanenin altındaki arada bulunan Hikmet ve Yaşar GÜR kardeşlerime ait çay ocağında çay içmeye davet ettik. Geldi yanımıza, tanıştık. Ortak dil İngilizce konuştuk. Güney Kore'nin Suwon kentindendi. 21 yaşında Budist bir ailenin iki kız çocuğundan biriydi. Kendisi de budistti. Üniversite talebesiydi. İki hafta önce Türkiye'ye gelmişti. Adı Lara Jun idi.
Aramızda ilginç diyaloglar geçti. Yanımızda oturanlarla da tanıştı. Biz onun inancını sorunca, o da bizim inancımızı sordu. Yanımızda açık giyimli bir de bayan vardı. Önümüzden örtülü bir bayan geçince sordu; “Bu ne? Niye böyle örtünmüş?” dedi. Ben de “Müslüman olduğu için böyle örtünmüş. Allah kadına örtünmeyi emretmiştir. O da bu emre itaat ediyor” dedim. Döndü yanımızdaki açık bayanı göstererek “Bu niye örtünmemiş öyleyse?” dedi. Bayan; “Benim kalbim temiz, ben böyle tercih ediyorum” deyince; haaa!... dedi ve biraz durakladı. Belli ki kafasında soru işareti oluştu!
Sonra ezan okundu. Bu nedir? dedi.
“Ezandır, günde beş defa okunur, namaza çağrı işaretidir. Müslümanlar da gider camide namaz kılarlar. Peki siz gidecek misiniz?” dedi.
Ben de, “Sen misafirimiz olduğun için gitmeyeceğiz, sonra namazı kılacağız” dedim.
“Öyle olur mu?” dedi.
“Evet olur ama, camide kılsan 27 kat daha fazla sevap alırsın, sonra kılsan bir kat” dedim.
Daha sonra arkadaşlar dağıldılar, ben ve yanımda oğlumla beraber “Seni kalacağın yere bırakalım” dedim. O'da “Olur, otelim hemen şurada, çok yakın” dedi. Beraber yürüdük, otelin bitişiğinde bir esnaf arkadaşım vardı, “Burası benim arkadaşımın yeridir” dedim. “Buradan beğendiğin bir şey alır mısın?”
“Hayır” dedi, “İhtiyacım yoktur.”
“Peki bana bayan giyimi bir şeyler seçer misin?” deyince;
“Eşine mi götüreceksin?” dedi.
“Evet” dedim. Bir şeyler beğendi, paketledik ve kendisine verip “Bu senindir” dedim.
Şaşırdı ve geri vermek istedi. “Almam” deyince sanki hayatında ilk defa birileri kendisine bir şey hediye ediyor gibime geldi!
Kendisine, Peygamberimiz “hediyeleşmek sünnettir, hediyeleşiniz ki birbirinizi sevesiniz” deyince;
“Bunu hep yapar mısınız?” dedi.
“Evet, imkan oldukça aramızda hediyeleşiriz” dedim.
Gözleri yaş doldu, o minyon tipiyle baktı ve doluklandı, tereddüt ve korku içerisinde almak zorunda kaldı ve otelin kapısından içeri girdi.
Eminim ki, “Acaba maddi bir beklentileri mi var ki bana bu hediyeleri veriyorlar” diye aklından da geçirdi.
Sabahleyin Nemrut'a gidip bir gün sonra akşam Erhaç Havaalanı'ndan İstanbul'a uçacaktı. Telefonunu almıştım ve benim de o saatte havaalanında olacağımı söylemiştim.
O gece sabaha kadar, İngilizce dini kitap ve İngilizce mealli bir Kur'an-ı Kerim bulmak için her tarafı aradım. Sonunda bir Risale-i Nur medresesinde Mektubat'ın İngilizcesini gördüğümü hatırladım ve gece yarısı kardeşlerimi aradım. Allah onlardan razı olsun kitabı verdiler bana. Kullanılmış da olsa dünyalar artık benim olmuştu! Sevinçten uçuyordum! Çünkü o budist kıza İslam ile ilgili bir şeyler vermek istiyordum. Kendi kendime, İnşaallah İslam ile ilgili kendisine ilk defa bir şey veren benim diyordum!...
Kitabı güzel bir hediye paketi yaptırdım. Biraz da kayısı aldım ve akşam havaalanına gittim. O benden önce gitmiş ve içeri geçmişti. Kore hattını aradım, açtı ama belki de korktuğu için konuşmak istemedi. Bir daha aradım, açtı, “Uçağa biniyorum” dedi ve kapattı. Tam o arada kendisini camdan gördüm ve elimdekileri işaret ederek salona çağırdım. Geri geldi ve önce elimdeki kayısıları hediye ettim, sonra da “Senden bir şey istiyorum” dedim;
Tedirgin bir şekilde baktı bana, “nedir” dedi?
“Elimdeki, mektuplar “mektubat” kitabıdır, Kore'ye gidince okur musun?” dedim.
“Aleksandır'ın mı?” dedi. (Aleksandır'ın -Büyük İskender'in- “Mektuplar” adlı kitabını kastederek)
“Hayır, büyük İslam Alimi Said Nursi'nin mektubat'ıdır. Kore'de istersen bu kitapları okuyanı bulabilirsin” dedim.
Kitabı da aldı, teşekkür etti ve yoluna devam etti.
O gün hep şu umudu taşıdım;
İnşaallah Rabbim biz görmesek de kendisine bir gün hidayet verir, biz de onun İslamı'ndan ve onun eliyle Müslüman olanların hayrından istifade ederiz. Öyle bir Rabbe inanıyorum ki, O Budist kızı bir gün Müslüman olmuş olarak karşıma, ya da bir Müslümanın karşısına çıkaracaktır. O günden beri Lara'nın haberini beklerim…
Dünya imtihanını nerede ve ne ile kazanacağımızı, nerede ve ne ile kaybedeceğimizi bilemeyiz. Bunu kendime bir pay çıkarmak için değil, İbrahim amca gibi olamadığımızı anlatmak için yazdım aslında. Ezan okunmuştu, biz namaza gitmemiştik! Açık bayana; “Sen Müslümansın niye onun gibi örtünmüyorsun?” demişti. O'na örnek olamamıştık. Eğer o anlar, biz ona tam ve hakkıyla örnek olsaydık, belki de o Budist insan daha erken Müslüman olacaktı! Rabbim bizi eksiklerimizle kabul buyursun. Azımızı çok kabul etsin. Bize hidayet versin. Rahmetiyle bizi kuşatsın…
Fi Emanillah…
“Ey Kalemim! Doğru Bildiklerini Bir Gün Yazmazsan, Kolumla Beraber Kırar Atarım Seni”