Beydağı; bir tutkudur, kara bir sevdadır
25 Mayıs 2022, Çarşamba 23:05
Beydağı’nın başı kardır borandır
Bizi böyle eden derttir veremdir
Yaz bahar gelince Mevlâm kerimdir
Yar kapandı yollarım gelemem gayrı varamam gayrı
Tükendi mecalim varamam gayrı
Aktı gözüm yaşı oldu bir ırmak
Bize harâm oldu bu yerde durmak
(Beydağı Türküsü)
Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgârlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
(Sabahattin Ali)
Hangi dağda bulsam ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı
(Bayburtlu Zihni)
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
(Necip Fazıl)
Başım alıp çıksam bir yüce dağa
Acep bizim eller görünür m'ola
Şu dünyada muradın alanlar
Başka birisine yerinir m'ola
Oy (dağlar) dağlar dertliler ağlar
(Kırşehir Türküsü)
***
Dağlar insan hayatında yükselişi, sırlara erişi, Allah’la baş başa kalışı da temsil eder. Bütün dinlerde dağların, yüksek mekânların, zirvelerin kutsallığına atıfta bulunulur. Hıra Dağı, Tanrı Dağı, Olympos Dağı, Nemrut dağı, Tur Dağı, Arafat Dağı, Sina Dağı, dünyanın en yüksek zirvesi Himalaya Dağı hafızamıza kazınmış, bilincimizde derin izler bırakmış dağlardır.
Yüce Allah, ilk vahyini Hz. Muhammed’e Hıra Dağı’nın zirvesinde lütfetmiştir. Ve dünya tarihinde yeni ve temiz bir sayfanın açılış meşalesi Hıra Dağı’nın zirvesinde yakılmıştır. Yüce Allah Kur’an’da, “Eğer biz, bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak o dağı, Allah korkusundan baş eğmiş, parçalanmış görürdün.” (Haşr 21)
Allah, bu ayetiyle dağla emanet arasında bir bağ kurmakta, dağların yüceliğini, sağlamlığını, gücünü anlatmakta, “Dağlar bile taşıyamazdı” buyurarak dağların ne kadar dayanıklı olduğunu ifade etmektedir. Allah dağları, yeryüzünün kazıkları olarak tanımlar, dağların da Allah’ı tespih ettiğini haber verir.
Sırtımızı dağlara vermek diye bir tabir vardır. Dağlar bizi korur, “Dağ gibi babamız var” deriz. Edebiyatımız; dağların ihtişamı, kutsiyeti, yüceliği, efsunlu hali, cazibesi hakkında yazılmış sayısız şiirler, beslenmiş şarkılar, ağıtlarla doludur.
Dağlar dik başlıdır, duruşundan asla taviz vermez, nice zorlu iklimlere meydan okur. Üzerine kar yağsa da, deli fırtınalar esse de, yakıcı güneş ışınları vursa da, şiddetli depremler olsa da dağlar bir adım bile gerilemez, vakarlı ve mağrur halinden asla vazgeçmez. Üzerinden asırlar geçse de kimse dağları yerinden oynatamaz. İnsan işte böyle dağlar gibi, yerinde ağır başlı, kötülüklerin ve zorlukların asla pes ettirmediği sağlam kazıklar gibi durmalı…
Dağlar kimi zaman, zalim beylerin elinden kaçıp zulüm düzenine başkaldıran Köroğlu gibi yiğitlerin sığınağı da olmuştur. Dağlar kahramanları da özgürlük tutkunlarını da misafir eden yeryüzünün nefes depoları gibidir.
Dağlar hayallerimizin, hasret ve tutkularımızın sembolik varlıklarıdır. Dağlar şehirde başımıza gelen bela ve dertleri unuttuğumuz, içimizdeki sancıları gömdüğümüz hidayet zirveleridir. Gözü yaşlı günlerimizde yahut Şirin’lerimize kavuşamadığımız sevda yüklü vakitlerimizde dağları hep kurtuluş yolu olarak gördük. Dağlara sorarsanız, size nice umutsuz sevdaların hikâyelerini anlatırlar.
Gözlerimizin yaşlarını hep dağlarda sileriz, sıkıldığımız ve daraldığımız zaman dağlara çıkar özgürce, ciğerlerimizi parçalarcasına bağırırız. Dağlar bizim dert ortağımızdır. Feryatlarımızı, figanlarımızı, çığlıklarımızı çıplak ve buz gibi kayaların üzerine fırlatır parçalarız. Şehirde konuşacak kimse bulamayınca dağlara çıkar kuşlarla dertleşir, kekliklere anlatır, ceylanlara açılırız. Derelerin buz gibi sularına üfleriz içimizdeki sıkıntıları, bulutlara yükleriz omuzlarımızdaki yükleri, yüksek dağların arkasına götürüp bıraksınlar diye…
Dağlar aynı zamanda tefekkür, düşünme, muhakeme, murakabe ve muhasebe mekânlarıdır. Otokontrol burada devreye girer. Şehre yukarıdan bakar, sokakları dolduran kalabalıkların beyhude koşturmalarını, bu gidişatın sonunun ne olacağını sorgularız. “Biz kimiz?”, “Ne için yaşıyoruz?” gibi kadim sorular beynimizde çalkalanır, dağ havası bizi derin düşüncelere salar, asırlardır filozofların, sanatçıların, edebiyatçıların, azizlerin cevabını aradığı dünya hayatı, insan, ölüm üzerine düşünür dururuz. Bazen elinizdeki kitaptan gözünüzü ayırır şehre bir doktor bir psikolog edasıyla bakar, “Ey şehirliler gaflet uykusundan uyanın!” diye bağırmak istersiniz.
2.500 metre yükseklikte oturunca insan dağın tepesinde kendisini farklı hissediyor, insanlara nasihat etme hakkını elde ettiğini sanıyor. Dağda insanı çarpan efsunlu bir iklim, duygularımızı yoğunlaştıran farklı bir hava hakimdir. Ellerinizi açar, havaya sıçrar, çocuklar gibi bağırır, kanatlarınızı açar bir kuş gibi uçmaya hazırlanırsınız. Belki bedenen değil ama ruhen masmavi gökyüzünün bulutlarında hayali bir yolculuğa çıkarsınız. Üzerinizde bir morfin etkisi yapar, kendinizi gökyüzünün sonsuz boşluğunda kaybedersiniz. Artık en yüksektesiniz, içiniz kıpır kıpır, coşkuyla bulutlara dokunmak istersiniz.
Dağların aynı zamanda insanların fiziki ve ruhi sağlıkları üzerinde müspet tesirleri vardır. Şehirde hastalanıp da, doktorların umutlarını kestikleri nice hastaların, köylerine ve yüksek yerlerde kurulu yaylalarına yerleştikten birkaç sene sonra iyileştiklerine dair nice vakalara şahit oluyoruz. Dağlar hem ruhunuzu hem de bedeninizi temizler.
Tıbbın altından kalkamadığı nice hastalıklara şifa olan dağlarda nasıl bir iklim hüküm sürmektedir? Bugün modern tıp da kabul etmiştir ki, nice çaresiz dertleri dağlar tedavi etmektedir. Başta Uludağ olmak üzere birçok dağ sanatoryumları kurulmuş, her yıl yüzlerce hasta gelip buralarda birkaç ay kaldıktan sonra iyileşip evlerine dönmektedir.
Dağlara yapacağımız kısa süreli gezilerin bile sinir sistemimiz üzerinde mutlak olumlu tesirleri vardır. İnsan ruhunda sükûneti sağlar, dilendirici özelliğiyle organizmalarımızı tedavi eder.
Büyük yazarlar ve filozoflar en önemli eserlerini dağ başlarında, ıssız yerlerde vermiştir. Fransız İhtilali’ne ilham kaynağı olan Jean-Jacques Rousseau dönemin skolastik ve akıl dışı yönetimlerine tehdit oluşturan eserlerini doğada yazmıştır. Yürümek ve dağda yaşamak sıradan bir sportif aktivite olmaktan öte felsefi ve ilmi bir yaşam tarzı olmuştur. Dağ başında insan zihni daha keskinleşmekte, düşünme hücreleri uyanmakta, analitik ve kıyaslama fonksiyonları hayli canlanmaktadır.
İstanbul’da ağır kalp ameliyatı geçirmiş, kalbine pil takılmış, hayatından bile umut kesilmiş bir yakınımızın Puluşağı köyünde (Pütürge yolu üzerinde) yayla evine yerleştikten ve tamamen doğal gıdalarla beslendikten yedi yıl sonra şimdi Yaygın dağlarında o zirveden bu zirveye nasıl koşturduğunu söylesem, inanır mısınız? Kalbindeki pili söküp attı, birkaç ay sonra ölecek denilen adam, kendisine bu teşhisi koyan doktoru bile şaşırtacak ölçüde sağlığına kavuştu.
“Dağ havası adamı çarpar” derler. Doğrudur, çarpar, dağdan anlamayanları, dağı tanımayanları, dağ hayatına yabancı olanları çarpar. Dağda yaşamak bir sanattır. Dağın iklimi ve havasıyla geçinmesini bileceksiniz. Dağın inceliklerini, yaşam formüllerini iyi çözerseniz, onun çarpıcı yönü hayatınıza yapıcı olarak yansır. Dağ ana kucağıdır, ana şefkatidir. Baba dostudur.
Hele bir de Beydağı gibi bir dağınız varsa sizin sırtınız yere gelmez. İşte bu dağ Malatya’ya Allah’ın bir lütfudur, tıpkı Gündüzbey Pınarbaşı Derme suyu gibi, tıpkı dünyaca meşhur kayısı gibi…
Beydağı; Malatya’nın sırtını dayadığı görkemli, envaı türlü çiçekleri ile kokulu, ceylanları, keklikleri, tilkileri, tavşanları ile cıvıl cıvıl, kelebekleri ve kuşları ile coşkulu, dereleri, buz gibi suları, pınarları ile canlı, nice hikâyeleri ile edebiyatımızın efsanevi bir dağıdır. Beydağı Malatya’nın oksijen deposudur. Biz Beydağı ile nefes alır Beydağı ile nefesimizi veririz. Beydağı ile Malatya birbirinden ayrılmaz iki âşık gibidir.
Biz her zaman Beydağı’nın arkasında doğan güneşle dünyaya gözümüzü açar, güne Beydağı’nı selamlayarak başlarız. Beydağı bizim iflah olmaz bir tutkumuz, kara bir sevdamızdır. Beydağı, hemencecik şurada hadi gidip görelim diyecek kadar bize yakın, ona yaklaştıkça kaçan bir sevgili gibidir, uzaklaştıkça uzaklaşır. Beydağı nazlıdır, vahşidir, hırçındır, elde edilmesi zor bir yar gibidir. Onun kucağına oturmak zorlu bir tırmanmayı, yorulmayı ve ter dökmeyi gerektirir. Beydağı aynı zamanda vefakâr, fedakâr, cefakârdır. Ne istediniz de vermedi? Gidip kapısını çaldınız da ışkın mı vermedi, kenger mi vermedi, mantar mı vermedi, hangi şifalı otları sizden esirgedi?
Peki, gönlümüzü mest eden, duygularımızı coşturan laleleri, nevruzları, adını bile bilmediğimiz dünya çiçek literatürüne girmeyi bekleyen bin bir çeşit çiçekleri? Bağrında barındırdığı bu güzellikleri bize cömertçe sunan Beydağı değil mi? Beydağı’nı Malatya’nın tarihinden söküp çıkardığınızda Malatya diye bir şehir kalır mı? Malatya o zaman alelade bir ovadan ibaret sıradan bir şehir olmaz mı?
Gölgesinde serinlediğimiz Beydağı bizi ne kadar mesut ve bahtiyar kılıyor değil mi? Bağrından fışkıran pınarları kuruyan dudaklarımızı ıslatıyor, yanan yüreklerimize şifa oluyor. Beydağı bizi besliyor. Beydağı bizim annemiz. Bizi emziriyor, büyütüyor.
İşte biz de sevgilisine kavuşmak için bohçasını hazırlayan bir sevdalı gibi çantamızı büyük bir heyecanla hazırlayıp bir kere daha Beydağı’nın yolunu tuttuk. Beydağı öyle bir dağ ki, ne kadar zorlu ve çileli bir tırmanma olsa, ayaklarınızın dermanı kesilse, yüzünüz yansa, susuzluktan dudaklarınız çatlasa, nefesiniz kesilse de, bir kere o zirvenin tadına varırsanız, bir daha bir daha gelmek istersiniz. Çağırır sizi her defasında, yüreğinize düştü mü o sevda artık daha kurtulamazsınız, damara karışan eroin gibidir, tekrar tekrar istersiniz.
Ben iki defa çıkmış olmama ve ertesi günü ayağa kalkamayacak kadar pert olmama rağmen, sabah kalkıp tekrar bana bu tatlı yorgunluğu yaşatan Beydağı’na dönmüş, “Bekle beni ey Beydağı, Ey Yar! Tekrar geleceğim” demiştim.
İşte yine vuslat zamanı… Yine Beydağı’nın yolunu tuttuk. Yine başlattık kutsal yürüyüşü, yine yapıştık sarp yokuşun eteğine, yine dayandık dik yamaçlara, yine vurduk kendimizi kayalara taşlara…
Beydağı’nın efsanevi atmosferine bıraktık kendimizi, derelerinde çağladık, kelebekleri ile uçtuk, ceylanları ile kaçtık, keklikleri ile öttük, çiçekleri ile koktuk, bulutları ile dalgalandık, rüzgârı ile estik… Zirveye ulaştığımızda, kanatlarımızı açıp kendimizi sonsuzluk boşluğuna bıraktık. Özgürlük şerbetini içtik bulutların tahtında… Başımız göğe değdi.
Ey Aziz Beydağı! “Dağ dağa kavuşmaz” derler ama biz sana şükürler olsun ki bir daha kavuştuk! Nice tepeler aşıp geldik kapına… Engin ve derin dünyana öyle dertlileri kabul ettin, öyle feryatları ve sitemleri içine gömdün ki, iyi bir sırdaş, iyi bir dost olarak gönlümüzün Bey’i oldun.
Döndük, dönerken dağlar kadar yükümüzü Beydağı’na gömüp de döndük. Artık bir kuş kadar hafif bedenimizle, bir kelebek kadar özgür kalbimizle kaldığımız yerden devam etmeye, dağda meydan okuduğumuz şehirle hesaplaşmaya hazırız!