Bulut fabrikaları durmamalı!
09 Ocak 2022, Pazar 15:5012 Eylül öncesiydi. Fakültede anarşi sebebiyle okuyamayanlar için bir imkân sağlanmıştı. Ben de Gazi Eğitim Fakültesine bu hızlandırılmış eğitimden istifade etmek için başvurmuştum. Normal eğitim döneminde okuyamayıp bu fırsatı değerlendiren 11 kişi idik. Hemen tamamımız sağ görüşlü idik. 1 hanım arkadaşımız vardı. Bir salondan diğerine gidebilmek için önce haber veriliyor ve Jandarma koridorda koruma zinciri yapıyordu. Biz 11 kişi bu jandarma koridoru arasında bir salondan diğerine gidiyorduk. Jandarmanın korumasına rağmen aradan tekmeler ve bilhassa tükürükler geliyordu.
7 sene sonra Yedek Subay öğretmen olarak Şanlıurfa lisesine gitmiştim. 3 ay sonra Resim ve Sanat tarihi öğretmeni olarak bir Yedek Subay Öğretmen göreve başladı. Tanıştık. Adı Mustafa Yılmaz idi. Tanıştığımızda Mustafa bana dikkatli dikkatli bakmaya başlamıştı.
-“Hayırdır?” diye sordum.
-“Ben seni tanıyorum galiba” dedi. “Sen Gazi’de jandarmanın arasında gidip gelen 11 kişiden biri miydin?” diye sordu.
-“Evet. Muhtemelen sen de o tükürüp tekme atanlardan biri olmalısın” dedim. Güldü. Öyleymiş.
Mustafa ile birbirimize hiç tavır yapmadan güzel bir çalışma ortamı oluşturduk. Eski defterleri hiç açmıyor, önümüze bakıyorduk. Öğrencilerimiz vardı. Bunlara kendi branşlarımızda bir şeyler kazandırabilmek için gayet ediyorduk.
Bir cuma günü okulda Cuma namazı için ben abdest alırken Mustafa da kapıda dikilip bana bakıyordu.
-“Sen gitmeyecek misin Cuma namazına?” diye sordum. Hemen ardından da:
-“Pardoon. Cuma namazı ERKEKLERE FARZ” diye espri yaptım.
Bozuldu. Hiç camiden içeri girmemiş. Nasıl kılınır bilmiyormuş.
-“O iş kolay” dedim. “Gel abdestle başla. Bana bakarak kılarsın. Şimdilik namazda dua edersin. Bir şey okuman şu anda şart değil. Öğrenince okursun.”
Mustafa ile Şanlıurfa Lisesinde çok güzel çalışmalar yaptık. Şanlıurfa gibi bir şehirde ilk defa düzenlenen “YUNUS EMRE” gecesinin ve “YUNUS EMRE RESİM SERGİSİ”nin gerçekleşmesinde çok büyük emeklerimiz oldu. Üstelik çok uzun süre Resim dersinde tek resim çizdirilmemiş bir okulda okul öğrencilerinin tamamının eserleri sergilenmişti. Müzik öğretmenlerini sürekli dürtmemiz sayesinde gerçekleşen bir koronun kurulması ve Yunus ilahilerinin seslendirilmesi de o geceye renk katmıştı.
Gazi eğitim Fakültesinde iki farklı görüşte olan ve tekme ve tükürükten başka iletişimi olamayan iki öğretmen böyle bir çalışmada birlikte faaliyet göstermişti. Benzer bir olay bundan 10-15 yıl sonra gözlerimin önünde tekrar yaşandı.
Bursa’ya kumaş alımı için gitmiştim. Önceden görüşmesini yaptığım iki firmanın ilkine gidip Firma sahibi Okan bey ile görüşüp numuneleri inceledim. Fiyatlarda uzun pazarlıklardan sonra anlaştık. Yazışmalarımızı yapıp çıkmak üzere kapıya yönelmiştim. Navigasyon imkânı o zamanlar yoktu. Firmadan ayrılırken Okan Beye gideceğim diğer firmanın yerini sordum. Firmanın ismini ve güzel işler çıkardığını duymuş.
-“Ben de seninle geleyim. Hem tanışmış oluruz, hem de yaptığı işleri görür, sorana tavsiye ederiz” dedi. Bence mahsuru yoktu. Birlikte çıktık.
Adresi kolayca bulduk. Randevu saatinden 15-20 dakika erken gelmiştik. Sekreter bizi karşılayıp firma yöneticisi Sait beyin odasına aldı. Kanepelere oturduk. Ben kapıyı tam karşıdan gören kanepede oturuyordum. Okan da karşımda. Çaylarımız geldi. Yudumlarken Sait bey de kapıdan girdi.
-“Ooo Ersoy bey hoş geldiniz” diyerek yanıma geldi. Tokalaştık. Okan beye döndüğünde tokalaşmak için uzattığı eli hızlıca geri çekti.
-“Sen… Sen ne arıyorsun burada? Ne alaka?” diye irkildi. Bana döndü. Ben:
-“Arkadaşımız Okan bey de burada kumaş üretimi yapıyor. Alışverişimiz var. Sizinle tanıştırmak için ge…”
Sait bey sözümü kesti:
-“Bu manyak beni kurşunlamıştı. Bu komünistin yüzünden 1 hafta hastanede yattım. Kaç kere de benimle çatıştı. “
Okan sinirli bir şekilde müdahale etti.
-“Ben kurşun sıktım da o sanki sütten çıkmış ak kaşık mı? Arkadaşlarıyla beni sıkıştırıp komaya sokana kadar dövdüler. Yüzümde dikiş izleri bacağımda da bıçak yarasının yeri halen duruyor. Silah da sıkacaktı ama karakola yakınız diye kullanamadı. Yoksa geri kalmazdı faşist! Buranın senin firman olduğunu bilsem zaten gelmezdim!”
Ben “Ayıp yahu. 15 sene önceki olaylar yüzünden çocuk gibi dalaşmayın. Esnaf adamlarsınız. Sakin olun.” Dedim.
-“Gelmişsin bir kere. Misafir sayılırsın. Kovacak değilim.” Dedi. Sait.
Her ikisi de oflaya puflaya oturdu. Ama sataşma ve giydirmeler bir süre daha devam etti. Eskilerden isimleri sordular birbirlerine. Kimi ölmüştü. Kiminden ise hiçbir bilgi yoktu. Sohbet uzadıkça eski çatışmaların sohbeti “Biz ne eşeklikler yapmışız” muhabbetine döndü. Firmadan ayrılırken bu iki kan davalı, düşman arkadaşlar sarılıp kucaklaşıp yemekte buluşma kararıyla ayrıldılar.
Kardeşin kardeşi kurşunladığı o dönemler inşallah tekrarlanmayacak kadar çok geride kalmıştır. Artık büyük bir sanayi yarışı olmalı. Daha iyisini, daha kalitelisini ve daha önemlisini üretme yarışı. Türkiye’yi yükseltecek medeniyetimizi zirveye taşıyacak en önemli konular kardeşliğimiz, birliğimiz ve bu ekonomik yarıştır.
Çocuklarım henüz söz geçirebildiğim yaşlardaydı. Harika yıllardı. “Arabaya binin, gidiyoruz” dediğimde -“Nereye gidiyoruz? Neden gidiyoruz? Ne kadar kalacağız? Gitmek zorunda mıyız? Neden onlar bize gelmiyor? Gitmeye karar verirken bana mı sordunuz? Neden arabayla gidiyoruz? Neden tren değil? Ben evde kalmak istiyorum. Gene mi arabayı sen kullanacaksın? Ön koltukta neden ben oturmuyorum?” Gibi yüzlerce soru ve lafa muhatap olmadığım yıllardı.
Biri 2 yaşında biri de 3 yaşında. İstanbul’dan Ankara’ya doğru seyahat ediyorduk. Parçalı bulutlu güzel bir bahar günüydü. Adapazarı civarındaydık. Pencereden dışarıyı seyreden küçük oğlum Hasan kafasını meşgul eden bir sorunun cevabını bulmuş gibi adeta çığlık atarak:
-“Bulut Fabrikasııı!. Bulutlar böyle oluyor demek kii!” diye seslendi. Baktık büyük bir fabrika. Bacasından da yoğun bir beyaz duman çıkıyordu. Çıkan duman parçalı bulutlu havada diğer bulutlarla adeta kaynaşıyordu.
Bulut fabrikalarımız bulut üretmeye devam etmeli. Şucu, bucu ayrımı olmadan herkes üretmeli. Çıkan bulutlar ülkemize ve milletimize bereket ve zenginlik yağmurları olarak inmeli.
Makalemin alt kısmına Şanlıurfa Lisesinde başımdan geçen çok enteresan bir ders verme hatıram vardi, onu yazacaktım. Çok uzardı. Geçen haftaki makaleme dönerdi ki bazı okuyucularım geçen haftaki makalemi fasiküller halinde ara ara okumuşlar. Bazıları da makaleyi bitirmek için pazartesi günü rapor alıp işe gitmemiş.
Rahmetli dedem bize masal anlatırdı. Masalın sonunda büyük bir sofra kurulduğunu, kendisinin de o sofrada davetli olduğunu söyleyerek:
-“Ama ne sofraydı. Etlisinden sütlüsüne her şey vardı. Hele ki baklavalar. Çeşit çeşit. Ben siz de yiyesiniz diye bir kutuya doldurup getiriyordum ki, aşağıdaki derenin üstündeki köprüden geçerken kurbağalar “vırraaak vırraak” diye bağırdılar. Ben de onu “Bırraaak bıraaak” diye anladım. Baklavaları onlara bırakıp geldim. Nasip işte” diye bağlardı.
Benim makale ona döndü. Ama o konu uçmadı, kaçmadı. Önümüzdeki haftalarda mutlaka işleyeceğim. Şimdi acilen “BABA KAHVALTISI” için mutfağa geçmem lazım.
Bir gün bir başka “BABA KAHVALTISI”nda birlikte olabilmek dileğiyle Kalın sağlıcakla.