Derin ve ince bir öğreti "Ağaçtan yaş almak"
26 Şubat 2023, Pazar 10:301999 Marmara Depreminde memleketimiz Malatya’daydık. Dokuz yaşlarında bir çocuk olarak 20 Ağustos sabahını net bir şekilde hatırlıyorum. Benden iki yaş küçük kardeşimin “Abla Deprem ne? Bütün evler yıkıldı mı? Artık evimiz yok mu?" türünden art arda sorularına muhatap olmuş ancak büyüklerden duyduğum bir iki cümle ve televizyon ekranına yansıyan devasa enkazlar dışında ne dilimde ne de zihnimde depreme dair hiçbir şey yoktu. Haliyle kardeşime bir cevap verememiş sadece onu “üzülme evimize bir şey olmadı “diyerek teselli etmiştim. Düzce depremini ise İstanbul’da yaşamıştık. O sene ve yaz boyunca artçılar devam ediyordu sürekli ve zaten yaz boyu dışarıda olan mahalle halkımız duruma çoktan alışmıştı. Büyük depremi yaşamayan bizler bazı durumları tam anlamıyla kavrayamıyorduk. Mahalledeki arkadaşlarımızla gökyüzüne bakıp havanın durumundan yıldızların hareketinden çıkarımlarda bulunuyorduk. Çocuk olduğumuzdan bir oyunun içinde zannediyorduk belki de kendimizi. Farkındaydık ama deprem konusunda tam bir bilince de sahip değildik açıkçası. Okulumuzda çatlaklar olduğundan bir dönem okulumuza nispeten yakın bir lisenin ek binasını kullanmak zorunda kaldık. Belleğimde 99 depremine dair izlek oluşturacak malumatlar bunlardan ibaret.
Yıllar sonra üniversite eğitimi için Sakarya’ya gittiğimde orada bizzat depremi yaşamış olan ve yakınlarını kaybeden pek çok arkadaşımdan ise şu cümleyi çok fazla duyduğumu hatırlıyorum “eğer o zaman bu şehri görmüş olsaydınız bugünkü haline inanamazdınız”. Hatta bir defasında bir arkadaşım sıkça dolaştığımız, şehrin merkezinde olan meşhur ve büyük caddeyi boylu boyunca işaret ederek “burası tamamen yıkılmış, yerle bir olmuştu” demişti. Adapazarı’nda bulunan deprem müzesini gezdiğimde ne demek istediklerini biraz anlamıştım sanırım ama yine de tam olarak fehmettiğimi düşünmüyorum. Çünkü çok fazla şey anlatıyordu ancak yaşayan insanların anlayabileceği yarım kalan hikayeler, hayatlar. (Rabbim kimseye bu acıları yaşatmasın bir daha.)
Ve en son 6 Şubat sabahı uyandığımız gün büyük bir deprem haberiyle sarsıldık. Büyük bir alanı kapsayan ve on ili içine alan bu depremin yıkımı, şiddeti ülkemde şu ana kadar işittiğim ve yaşadığım tüm depremlerden büyüktü. Saatler geçtikçe depremin etkilediği illerin bilançosu, durumu da ortaya çıkıyordu. Günler geçtikçe de acılarımız hala tazeyken tekrar ve tekrar üzerinde durduğumuz konular depremin gerçeğimiz olduğu ve depreme karşı neler yapabileceğimizdi. Aslında büyük Marmara depreminden bu yana farkında olmamız gereken konu da buydu. Bir eğitimci olarak ara sıra okullarda yapılan tatbikatları saymazsak eğer öz farkındalığınız da yoksa şayet genelde halkın bu hususta bilinçlendirilmesi konusu sadece depremden depreme hatırlayacağımız bir konu olmaktan ibaret kalıyor.
Deprem hakkında bilinçlenelim, ama nasıl? Bu sorunun cevabı insanoğlunun doğayla kurduğu ilişkide yatıyor aslında. Gerisi ise pratiğe çok rahat dökebileceğimiz teorik bilgiler. Doğayı tahrip etmek ve doğanın alanını işgal etmekten vazgeçtiğimiz zaman taşlar yerli yerine oturacak diye düşünüyorum. Rahmetli Teoman Duralı hocanın Zeytinburnu Belediyesi tarafından kitaplaştırılan konuşmalarını okuyorum bir süredir. “Doğu ve Batı Medeniyetleri” adıyla bir araya getirilen konuşmalarda dikkatimi çeken notlardandı insanın doğayla kuracağı sarsılmaz ilişkinin temellerinin neye dayandığı. Gençlerin artık tecrübe sahibi büyüklerini dinlemediğinden dem vuruyordu Teoman hoca. Günümüzde artık neredeyse 12 saatini bilgisayar başında geçiren gençlerin hayatı yaşamadığı ve dolayısıyla öğrenemediklerini ifade ediyor. Öğrenmenin ortaya çıkması için hayatın olması gerektiği, hayatın olması için de doğanın varlığının olması gerektiğinin altını çiziyordu.
“Dağa neden çıkasın ki, sen deli misin? Bilgisayarda sana dağları göstereyim, açıklayayım. Ancak yaşanarak elde edilenle sadece görülen apayrı olaylardır. O kapalı ortamda hayatın en önemli olayı yaşanmıyor. Hikmet korkuyla başlar. Sevgiden ziyade insanın sınırlarını korku belirler ve bu belirleme müthiş bir belirlemedir. Başımıza geleceklerden korktuğumuzdan ötürüöğreniriz.Canlıların hayatını bu güdü belirler. Korktuğumuzda kaçar ve korunuruz bu da hayatın devamlılığını sağlar. Türün devamlılığı için yaşatmak şarttır. Hayvanlarda da böyledir. Canlıların tamamında bunu görebiliriz. İnsanda da maksat toplumu yaşatmaktır. İşte bu sebeple doğayla iç içe olmak insanı yaşatır.
Teoman Duralı doğaya dair çok güzel bir anektod aktarıyor. Hocalarından biriyle yaşadığı bu olay hayatına güzel ve ilginç bir ritüel eklemesini sağlamış. Bir gün hocalarından birinin köyüne misafir olur. Yolda ilerlerken hocası sen burada az bekle benim bir işim var diyerek bir ağacın yanına gidiyor. Yaşlı bir çınar ağacına sarılıyor ve onu öpüyor. Geri geldiğinde yola koyulduklarında dönüp diyor ki “ne zaman koca bir ağaç görürsen ona sarıl, ondan ömür alırsın.” Teoman hoca o günden sonra her yürüyüşümde, gezilerimde bunu yapmaya başladım diyor. Bu durum “ağaçlara sarılmak” bende bir hastalık halini almaya başladı. Görenler şaşırıyor, delirmiş diyorlardır diyerek ekliyor. Daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerine yaptığı seyahatlerde de ağaca sarılmak ve ondan yaş almak durumunu farklı insanların da uyguladığını gördüğünü ilave ediyor. Ağaçlara, doğaya sıkı sıkıya sarılmanın zamanı geldi de geçiyor. Doğa şefkatli kollarını açmış bizleri bekliyor. Ne duruyoruz koşa koşa sarılalım.
Ne güzel bir delilik koca ağaçlara sarılmak.
Ve ne ince ne derin bir öğreti “ağaçtan yaş almak.”
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.
Yorumlar
Hüseyin Dertop
04-03-2024 11:11Çok güzel bir yazı, güzel bir aktarım, teşekkürler.
Selma Cansız
27-02-2023 14:19Hoş bulduk İremcim.İnşallah canım hep birlikte kalemimizle nice güzel yazılarla umut olalım.Teşekkür ederim var ol. :)
İrem Kaya
27-02-2023 11:19Canım arkadaşım Selma, Malatyatime ailesine hoş geldin. Dilerim burada bizlere umut dolu nice güzel yazılar yazarsın. Kalemin açık olsun.