Elalem bi alem!
24 Mart 2024, Pazar 09:48Merhaba değerli okurlarım.
Şöyle geriye doğru bir baktım da ilk köşe yazımın yayınlanmasının üzerinden 7 yıl geçmiş. Yazılarımı kitap şekline getirip dijitalde de bir adet bastırıp kütüphaneme koysam dedim; baktım ki Kasım Beyin karikatürlerini de küçücük kullandığım halde 600 sayfanın üzerinde bir kitap çıkacak. 100’er sayfalık kitap olarak bastırıp kütüphaneme koysam 6 kitap eder. Karikatürleri yazıları da okunabilecek kadar hafif büyütsem 7-8 kitap olur. Ansiklopedi gibi. Varislerim vefatımdan sonra diğerleri ile birlikte kilo ile kağıt hurdacısına verseler alacakları para ile Ankara’nın çıtır simidinden 2 tane alıp yiyemezler.
İşte bu beş para etmeyen yazılar için her hafta konuları, hatıraları araştırıp, içinden cımbızla birkaç tanesini seçip saatlerce yazmak için uğraşıyorum. Yazı bitince de keyfi gelir de fırsat da bulursa çizsin diye Kasım Özkan’a gönderiyor ve karikatürlemesini bekliyorum. Bazen yazıların geç saatlerde yayınlanması ya da o hafta hiç yayınlanmamasının sebebi bu karikatüristtir. Ya konuyu beğenmez ya da müsait değildir. Ama beni kırmamak için:
-“Benimle uğraşıyorlar. Bilgisayarımı heklemişler!”
-“Çizim tabletimin kalemini düşürüp kırdım. Yenisini sipariş verdim. 3 güne elimde olacak.”
-“2 gündür köydeyim. Telefon bile çekmiyor. Aloooo. Alo… bak yine gitti hat.”
Gibi mazeretler ileri sürer. Ben de güya yerim. Bazen gerçek olsa bile inanasım gelmez. Ancak çocukluğumdan beri tanıdığım adam. Artık onu çözdüm. Bu böyle gelmiş böyle gider. O da, ben de…
Ya gençliğimden beri bir arada olduklarım. Ya 40 yılın üzerindeki arkadaş çevrem?
Birlikte sabahlara kadar elimizde fırçalarla afiş yazdığımız, gün ışımadan da caddelere astığımız arkadaşlarım, Birlikte yakıt parasını zor derleyip tuttuğumuz derme çatma otobüslerle mitinglere, faaliyetlere, toplantılara gittiğimiz, her gün bir abimizin evinde diz dize birlikte iftar ettiğimiz, birlikte camiye gidip aynı safta teravi kıldığımız, sonra da bir çay sohbetinde birlikte gülüp birlikte ağladığımız arkadaşlarımız? Geldikleri gibi mi gidiyorlar?
Sosyal medyama girip bir gezinti yaptığımda bana özel gelenlere göz attığımda ilk şaşkınlığım yerini sinir harbine bırakıyor.
Milliyetçi mukaddesatçı bir çizgide olan arkadaşlarımın bir kısmı ideallerini ateist, solcu, Amerikancı, hatta kafir olduklarını net bildiğimiz kesimlerin fikir ve yorumlarını paylaşarak onların safından yer alarak devam ettirmeye çalışıyorlar.
Aynı Cumhuriyetin ilk çeyreğinde İngiliz şapkalarıyla resimler veren ülke yöneticileri gibi:
-“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” sözünün tam da aynısı.
Sol kesim ve Siyonizm’in Türkiye için oluşturduğu, beslediği, faliyete geçirdiği bölücü terör örgütleri “Erdoğan düşmanlığı” konusunda müthiş bir algı çalışması yaptılar. Sadece kendi dümen suyunda hareket edenleri değil bizim kesimden insanlarımızı da bu iki kelimeden oluşan algının gölgesinde topladılar. Erdoğan düşmanlığı yapacağım derdiyle iş Siyonizm’in hedeflerine çalışmaya, İslam düşmanlığı yapmaya kadar vardı.
Benim arkadaşlarımdan bazıları da bana bunların algı dolu haberlerini, yazılarını, capslarını gönderiyor benimle paylaşıyor. Kendi düştüğü çukura benim de düşüp orada debelendiğimi görmek adeta onu sevindirecek.
Büyük çoğunluğu ile sosyal medyada kavga etmişliğim var. Sonra baktım ki odun veya tuvalet terliği aday gösterilse ona oy verecek kesim gibi kalıba sokulmuşlar, kesim gibi yobazlaşmışlar. Ne kadar sahip olduğumuz eski öğretilerimizi, değerlerimizi, hedeflerimizi anlatsak da bunlara fayda etmiyor. “Yeter ki Erdoğan gitsin” doktrini işlenmiş beyinlerine. Bunlarla kavga ettikçe, tartıştıkça kendilerinin ve kendilerine yüklenen fikirlerinin tartışılabilir değerde olduklarını sanarak daha çok sarılıyorlar batıla.
Tartışmayı, kavga etmeyi zaman kaybı olarak görmeye başladım. Arkadaş listelerimden sildim. İletişimi kestim.
Kadınlara özel bir toplantıda hanım konuşmacının konuşma metninden bir kısmı sosyal medyada yayınlanmıştı. Kadın taifesinin en büyük derdine değinmişti. “Kocalarının başka kadınlara meyletmesi konusu”:
-“Hanımlar, kendinize bakın. Bakımlı olun. Cilvenizi eksik etmeyin. Her gün yepyeni olun. Çünkü bizim yeni modellerimiz sürekli üretiliyor. Sürekli daha genç ve daha güzel modellerimiz geliyor. Kocalarınıza sahip çıkın. Boşluk bırakmayın. Tabiat boşluk kabul etmez. Birileri doldurur.” diyordu.
Maalesef biraz fazla boş bıraktık arkadaşlarımızı. Hemen ipe sapa gelmez çevrelere kayıverdi gönülleri.
Kendi milliyetçi mukaddesatçı çevresinde “Bizim oğlan” olarak alışılmış kısıtlı ilgi; farklı çevreye gittiğinde sıradanın dışında bir ilgi ve değer verme ile karşılaştığında kendini bi halt sanarak kolayca onlara angaje oluveriyor. Suç bizim. Onlara daha fazla ilgi göstermek, tartışmamak, sevgi ve muhabbet beslemek yerine boşayıvermek kolayımıza geldi. Hem onları kaybettik hem biz yalnız kaldık.
Gelelim bu haftanın fıkrasına. Gelenek haline geldiği için yayınlıyorum. Yazılarının son kısmında fıkra yayınlayan benim haricimdeki tek yazar benim bildiğim bi tek Hıncal Uluç vardı. O da bu sebepten midir bilinmez genç yaşta vefat etti. Belki 83 değil de 90-100 yıl yaşardı fıkra konusunda bu kadar hassas olmasaydı. Ben her şeyi göze alıp yazıyorum gene de fıkrayı.
Temel çok eski zamanlarda kalkmış taa Akşehir’e gitmiş. Oralara yerleşmiş. Birgün çoluk çocuğu da alıp Akşehir Gölüne pikniğe gitmişler. Gölün kenarında dolaşırken bakmış ki Nasrettin Hoca Gölün kenarında bir şeyler yapıyor. Selam verip sormuş:
- “Hocam, hayirdur. Kolay celsun. Ne yapayirsun?”
Nasrettin hoca elindeki yoğurt bakracını yıkamakla meşgul. Bakracın içinde kalmış yoğurtlar da suya biraz karışınca su orada beyazlamış. Hoca bakmış ki karşısındaki Temel. Asırlar sürecek rekabetin müsebbibi. Fırsat bu fırsattır deyip Temel ile dalgasını geçmiş:
- “Elimdeki yoğurt ile göle maya çalıyorum Temel!” Demiş.
Temel şaşkınlıkla:
- “Hocam ne ediyorsun? Kim yiyecek bu kadar yoğurdi?”
***
Kalın sağlıcakla.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.