Esmâ-i İlâhiye: Hayy-ı Kayyum
15 Ekim 2024, Salı 09:22İlm-i ilâhisindeki muhabbeti rahmetiyle ihâta edip bu rahmeti dahi ilmiyle setreyleyen, murâdını, şeriatını, rıza-yı şerîfini tahsile muhkem bir kal'a eyleyen, kendisine tâlib olanlara cemâlini bahşedeceğini va'deyleyen âlemlerin Rabbi Hakk Allah-u Teâlâ'ya, Cenâb-ı zü'l-Celâl, ve'l Kemâl ve tekaddes hazretlerine sonsuz hamd-ü senâ olsun.
Muhabbet-i ezelînin muhatabı, serdefter-i mahlûkatı ve ekmel-i mevcûdatı, Hazret-i Kur'ân'ın mazharı ve Kur'ân-ı Kerîm'in tecessüm etmiş hazret-i insanı Râsûl-ü Kibriyâ aleyhi ekmelû't tahıyya Muhammed Mustafa'ya (sas) Cenâb-ı Hakk'ın salât-ü selâmları adedince salât ve selâm olsun. Âline, ezvacına, hulefâsına, ashâbına ve etba'ına kabul olunan salât-ü selâmların nûrundan ikrâm ve ihsanda bulunulsun.
Cenâb-ı Hakk Hayy ve Kayyûm'dur. O ölümsüz ve mutlak diridir. Zâtıyla Hayy'dır, hayatiyyet bizzat O'ndan gelir; lâkin O'nun bu hayatiyyeti gelip geçici, zevâle erici, bitip tükenici asla değildir.
Kayyûm'dur; her şey O'na muhtaç ve O'nunla kâimdir. Bütün mahlûkat ve cümle mevcûdat kayyûmiyetlerini ve kâimliklerini O'ndan alır. O Zât-ı ecel-i âlâ; halkettiği mahlûkat ve mevcûdatının kâim olması için her ne türlü ihtiyaç varsa tümünü var eden Allah tekaddes hazretleridir.
İnsan vücûdu ayakta durabilmek için veya vazifesini ifâ edebilmesi için nelere ihtiyaç duyar? Nefes verirsin ama alamasan nizam intizam dengeleri bozulur. Yeme içme, vücûtta görevi tamamlanan azâların veya hücrelerin tekrar yenilenmesi defaatle dâimî bir ihtiyacın görülmesini zorunlu kılar. Cenâb-ı Hakk da sadece insanı değil, bütün mahlûkat ve cümle mevcûdatı halkeylemekle ve kâim kılmakla kalmamış, bunun için lazım olanları da kayyûmiyetiyle kâim kılmıştır. Bunun sahası da maddî ve manevî bütün yaratılmış mevcûdatı himayesine alır. Çünkü kâim kılacak ilmin de kâim olması icâb eder. Yani kayyûmiyetin sırrında yok etme ve yeniden yaratma, var etme vardır. Bu da daîmi iktisat yani tasarruf makamıdır.
Bu makamın başı sonu arasındaki mesafe âlemler arasındaki mesafe kadar geniş ve kapsamlıdır. Hani aşk eri Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî buyurmuş ya: "Bir şeyi müşahede etmek veya bir güzelliğe mazhar olmak onun sahibi olmak mânâsına gelmez. Onun sahibi birdir. Sen sadece onu görmüşsündür. Bir güzel ceylanı sen uzaktan görürsün. Ama o görüşle ona sahip olamazsın. O kendi mekânına ve sahibine aittir. Bir göz değmesiyle şahit olduğun hemencecik senin olmaz." İşte fakirin izah etmek istediği tam da budur. Dolayısıyla bu mânâları hem hissetmek hem de kendini kayyûmiyete mutasarrıf olarak değil de Kayyûm ism-i şerîfinin kendinde tasarruf eylediğini düşünmek gerek. Elbette bunların önüne geçecek; evhâm, vesvese ve ucûb ki bu makamda muhatabını kolay kolay bırakmaz. Fakat böyle düşünerek hissetmek, insana Cenâb-ı Hakk'ın kendisini hayırlı işlerde istihdam ettiğini, kişiyi kendinde tasarruf eylediğini ve tasarrufâtın kendisine ait olmadığını farketme iz'ân ve ferasetini getirir.
Cenâb-ı Hakk'a tam teslimiyet ve O'ndan râzı oluş hâlinin vuku bulması da yine bu makamda zahir olur. Çünkü insan, Rabbinden râzı olarak O'nun rızâsına muvafık ve nail olur. O zaman da ne yaparsa yapsın bütün hizmetlerinde ağız tadıyla, dimağındaki kokuyla ve tam bir memnuniyet içerisinde kendisine yapılan eziyetlere aldırmaksızın ve kusur görmeksizin kalbi safâda, kendi daîmi hizmette olarak sevdiğinin izini takip ederek Rabbine tam bir teslimiyet ve bağlılıkla kulluk etmekte karar kılar. Bir de enaniyetini çiğneyerek, kendini de aradan çıkararak halkı ve halktaki tecelliyâtı seyre muvaffak kılınırsa onun bu huzurunu hiçbir şeyin bozması da artık mümkün olmaz.
Öyle ki insan, nefsanî isteklerini reddederek veya maddenin kesâfetinden bir nebze perhiz ederek, hikmetlerle ve insanda mevcûd bulunan birtakım letâifle meşgul olarak değişik âlemleri ve sahaları müşahede edebilir. Yani seyr u sülûkla ve velâyetle verilen hâlin bir nevî zahire bakan ilmidir. Olağan bir hadisedir; bazen keşfettikleri veya müşâhede ettikleri şeyler mânâ ehlinin müşahedesiyle benzerlik gösterir. Çünkü insanda ruh kuvvesi mevcut. İnsanî ruh kuvvesinde hayvânî, cemâdî ve nebâtî ruh makamları bulunur. Bunlar da insan ruhuyla etkileşimdedir. Nitekim insanî ruh esmâ'ı tâlime muhataptır, o esmâların mânâsına eriştikçe tecellîlerini ruhunda hisseder. Bu ruhî kuvveler arasında irtibatı hissetmek sadece insanlarla değil; taşla, ağaçla, dağla, bulutla, toprakla, bitkiler, hayvanlarla bir başka âlemde bilme ve bulma hâlîyle tasadduk eder. Ancak ne kadar bilirse bilsin, bu, Hâlîk-ı Rahman'ın mahlûka vermiş olduğu ve neticede yine mahlûk olan ve mahlûkiyet ekseninde kalan bir ilimdir. Kemâlâtını tamamlamış bir ruh için durum böyle değildir. Çünkü kâmil bir makama çıkmış olan ruh, âdildir. Fettah esmâsının tecellisine muvaffak olup bu fetihle hem zâhirî hem bâtınî mukavemete erişir. Âlemler arası irtibatı kuvvet bulur, kaybolmaz. Bu ilim diğerinin aksine mahlûkî değil bizzat Cenâb-ı Hakk'ın ilm-i ledünnünden o kişiye müstakil kılınmış bâkî bir sırdır. Bu değerde olduğu için de Rabbü'l-âlemînin kabz-ı ilâhisindedir. Yani o ilmin koruyucusu ve muhafaza edicisi Cenâb-ı Hakk'tır.
Diğerinin edindiği ilim evham ve gözle görülmeyen diğer âlemlerde bulunan cinnî ve şeytanî saldırılara açıktır. İnsan her ne kadar esmâ-ı ilâhiyenin zâhiriyle meşgul olup kendi varlık perdesiyle bu mânâyı maddîleştirirse, yoğunlaştığı mânâ lâtif olsa da bu mânânın düşmanı olan veya hasımlığını güden sahadan emin olamaz. Oysa kemâlât ehli bu seyr u sülûkta mânâ kesâfetini yani maddî yoğunluğunu ve kalıbını letâfete, mânânın inceliklerine döndürürken maddî sahasını etkilemeden bunu gerçekleştirir. Bedenen de mukavemeti artar, mânâsındaki yükselmesi artarken zâhirindeki muhafazası da aynı ölçüde büyür. Diğerleri bu önemli farkın farkındasızlığıyla içindeki mânâyı artırmaya çalışırken kendilerindeki zâhîri emanetleri ve bedenlerindeki mukavemeti zaafa uğratarak bozarlar. İnsanın buradaki zaafı, düşkünlüğü, gözüyle göremediği başka âlemlerdeki saldırı ve tecavüzü de kaçınılmaz kılar.
Misalen; ortalıkta bir necaset vardır, kendine bulaşsa yıkayıp temizleyip arınırsın. Fakat o necaseti damarlarına zerketseler, kanına karışsa durum nasıl olur? İşte bu sebepten ötürü insanda emanet kılınan mânâya musallat olan, onu çalarak elde eden cinnîler artık o kişiyi mesken edinirler. Varsayımlarınca altın yumurtlayan tavuğu bırakmazlar. O kişiyi çoğu kez vesvese çoğu kez de evhamla besler, işlerine gelmeyince ise kanını emerler; bu böyledir.
Ne zamanki insan bu sürüncemede kontrolü kaybederek kendilerindeki cevheri artık kaybedecek derekeye inerler, işte o zaman da kâfir cinnîlerin ve şeytanın maskarası hâline düşerler.
Meselâ falanca bir Hindu'ya gideni düşünürsek; tutar eline bakar, gözüne bakar, sırtına bakar, ayaklarına bakar ve başlar birşeyler söylemeye. Ki söylediklerinin büyük bir kısmı da zaten kişinin de bildiği şeylerdir. Ama o Hindu, kişinin vücûdu ve teni arasında yansıyan perdeden bunları anlatır. Hani dedik ya, insanî ruh birçok ilme haiz olabilir ve bu elde ediş kendisine bitişik kılınan bedene yani cemâdî, hayvânî ve nebâtî ruh âlemlerine toprak, su, hava ve ateşten terkib olunmuş mizacına muhakkak yansır. Onlar ancak mahlûktan cereyan edeni, yansıyanı görür ya da okurlar. Mahlûktan yansıyana şahit olduktan sonra da kişi onları ilim ehli zanneder. İşte bu noktada da kişiye Cenâb-ı Hakk'tan haber vermeye kalkışırlar. Malesef ki tâbi olanlar da tabiri caizse hapı yutarlar. Yalnızca fâni âlemle bütünleşen mânânın yansımalarıyla ömrünü mahvederler. Dahası hilkâtin dahi sırrını çözemeden Cenâb-ı Hakk'ın sırrına mazhar oldukları zannına kapılarak şeytanın kuklası olurlar. Yine bu esnada cinnîler de vesvese ve evhamı artıracak ve kişiyi sanki hak yoldaymışçasına aldatacak müşahedelerle alaya alırlar. O zavallı da kendini keşif ehli oldum, mükâşefeye nail oldum, ilâhi sırlara mazhar oldum zanneder.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hâlık, cinnîleri halkeylediğini belirtirken cinnîleri "nâr-ı semûm" denilen hususî bir ateşten yarattığını işaret eder. Semûm içe nüfuz eden anlamındadır. Mesemme ise gözenekleri olup ince ve sık hava alan iki şey arasında alışveriş akışını sağlayan şey demektir. İnsan teni gibi, ten hem hava alır hem de vücûdun dışına ter olarak suyu zerkedebilir. Müfessirlerin tefsirince: "İşte şeytanî ve cinnî tesirler insana böyle inceden inceye nüfuz eder ve kalbî ifsada yol bularak kişiyi hasta ederler."
Anlatılmak istenen nokta tam da burası. Kişinin zâhir bedeniyle rûhî bedeni arasındaki bu saha, zâhirî ve hâricî mukavemet bulunmazsa tam mânâsıyla yol geçen hânına döner.
Doğru olmayan mânevî reçeteler, dışarıdaki mukavemeti düşürdüğünden ve içerideki mânevî sahaya da benzerliğinden ötürü kolayca insana nüfuz eder ve malesef tesirini de bırakır.
Hayy esmâsının sırrı bu noktada kişiyi Hak yolunda kâim kılar, bu esmânın tecellisi bedenî mukavemeti kuvvetlendirir. Bu tesir, kemâlini bulan ruhun muhafazasını, tasarrufunu kuvvetlendirmek ve tasarrufa engel teşkil edecek tecâvüzden o ruhu muhafaza eder.
Yine bu nokta da ruhânî etkileşimlere ve elemelere mazhar kılındığından sâlik, cinnî - şeytânî tasallutun son hücumlarına da azamî dikkat etmeli ve hazır olmalıdır. Arzedilence; kişinin kâim olmasına nefes alıp vermesi vesile teşkil eder. Zâhiren nefes vermek kayıp gibi görünse de nefesin içeriye girebilmesi için verilmesi şartı müstahkemdir.
Kemâlâtına eren ruh, Hayy esmasına yükseltildiğinde esmâ-ı Hayy sırrı kendisinde hakka'l-yakîn mertebesinde zuhûr eder. Böylelikle kişi, dâimî hayatiyyetin kayyûmiyetle buluştuğu ve Hâlık-ı Rahman'ın kendi üzerindeki tasarrufunu müşahede makamının muhatabı olarak kendiyle yüzleşir.
Ve o kâmil ruh, esmâ-ı Kayyûm'un tesirini ayne'l-yakîn mertebesinde yaşadıktan sonra ancak bu hâlin hakka'l-yakînini esmâ-ı Kayyûm'un sırrında müşahede eder.
Dua odur ki; Rabbü'l-âlemîn, Hayy ve Kayyûm esmâ-ı ilâhiyesine hayırlısı ve lâyığıyla mülâki eylesin. Sırrının müsemmasıyla zâhirimizi, bâtınımızı ma'mur kılsın.
Cenâb-ı Hakk, cehâletten ve cahil cesaretinden bizleri muhafaza eylesin. Nûrunun çeşme-i feyzinden hissedâr kılsın. Yoluna teslim olmuş, hak yoluna adanmış sâliklere muhakkak sûrette inâyet, muhafaza ve fetih vardır; bizler de inandık ve imân ettik. Cümlemizi sırât-ı müstakîminde sabit kadem ve bu yolda hâdim eylesin.
Her şeyi kendi kudretiyle var eden Kâdîr-i mutlak, Hâlık-u külli şey', Cenâb-ı Allah'ın selâmı, rahmeti ve inâyeti üzerimize olsun.
Vesselâm...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.