Her Eser Bir Fiile
04 Kasım 2024, Pazartesi 10:59Eùzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm,
Ezelden mevcudat ve mahlukâtını muhabbetiyle var eyleyen, eşref-i mahlukât olan insanı muhabbetine muhatap kılan, imân nimetini minnetsiz, mihnetsiz, külfetsiz bahşeden Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Cemâl ve’l-Kemâl Hazretleri’ne muhabbetle sonsuz hamd ü senâlar olsun.
Eşrefü’l-âlemîn, efdalü’l abidîn, ekmelü’l-kâmilîn, a’bedü’l-âbidîn, hâtemü’n-nebiyyîn, mahbûbu’l-âşıkîn ve rahmeten-li’l-âlemin fahri kâinat Efendimiz (sas)’e sonsuz salât ü selâm olsun.
Hulefâ-i Râsulullah, evlâd ü iyâl-i Râsulullah, ashâb-ı Râsulullah ve etba’ı Râsulullah (sas) hazerâtına ta’zimat ve tekrimatımız bende-i âcizanemizden tüm nebîler, sıddîklar, şehîdler ve salihler zümresine arzolunsun.
“Her zerrede bir nûr, her katrede bir zuhûr vardır” müjdesinin tesellisi ile…
İnsan, bihassa ‘hazreti insan’, nereden gelip nereye gittiğini düşünmesi, akletmesi gereken bir varlıktır. Bu, kendisinin akıl sahibi olduğuna delildir. Nereden gelip nereye gideceğini düşünmeyen akledemeyen ve bunun muhasebesini yapmayan dolayısı ile istikametini de çizemeyen kişi henüz dinin muhatap kabul ettiği insan değildir. Böyle bir insanın, varoluş sebebinden, hele hele aşktan bahsetmesi beyhudedir.
Bütün mevcudâtın sorumluluğunda, bütün akılları hayret içinde bırakarak meşgul etmesi gereken en müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan; ‘Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’ suâllerinin tek muhatabı insandır.
Bu suâllerin cevabını veremeyen ve yaratıldığı için mükellef ve mes’ul kabul edilen kişi, varoluşunun hikmetine erişemediği, mânen bulûğa eremediği için de muhataplık makamında olamaz. Ve hakikî mânâda insaniyete ulaşamaz. İnsanın bütün meselesi, ezel ve ebed şuurunun oluşmasında ve bu hakikâtin tüm benliğinde, hayatının her alanında dava edinilmesinde saklıdır. Bütün peygamberler ve her asrın vekilleri, kendi ümmet ve muâsırlarına bizzat yaşamalarıyla bunu cevaplamışlardır. Bu suâllerin cevabı, insanlığın kurtuluş reçetesidir.
Ey güzel insan, ey eşref-i mahlûkât, ey “Biz ona ikrâm ettik” tâcını kuşanan bahtlı insan…
Kâinat büyük bir âlem fakat âlemler insanın içinde derc edilmiştir. İnsan bu minvalde küçük âlem belki ama mânâyı anlayarak, tahkik ve tasdik ederek sahibinden aldığı ilham ve feyizle dev bir âlem haline gelir.
Farketmez mi ki nice yıldız gezegenleri, nice galaksiler, nice samanyolları bir karadeliğin yutuvermesiyle kayboluyor. Trilyonlarca ak deliklerden tulû edip doğuyor, ne kadar büyük emsalsiz olsalar da nice benlikleri hayâllerden dahi siliniyor. Kendine sormalı değil mi insan; gerçekten yok olmak için mi geldi? Rastgele var olup rastgele silinip gitmek için? Onun için mi kendisine bu kadar özenildi, koskoca kâinat ve içindeki yaratılmışlar hizmetine musahhar kılındı? Yakılıp külleri öylesine bir boşluğa savrulsun diye mi bu âleme getirildi? Evvelini bilmezse, idrâk edip anlayamazsa ahirini de bilemez insan. Hâl böyleyken evveli yok, ahiri yok; şu ânı da tükenip hebâ etmek akıl kârı mı?
Böyle bir insan, hangi varlık, hangi benlikten bahsedebilir ki?
Bu içinden çıkılmaz suâller, gerçek ve hakîki varlığı anlamayanlar için bazen cinnet, bazen inkâr, çoğu kez de buhran ve ümitsizlik noktasıdır. Fakat hakîki yaratılış sebebinden ve yaratandan haberdar olan ve o yaratana karşı muhabbet ile muhataplık makamına çıkanlar için bu âlem de tüm âlemler de hatta cehâlet ve bilgi de bir kemâlat, saadet vesilesidir. İmân, sevgi ve teslimiyet ancak hakîki varlıktan haberdar olup bu biliş ve kavrayışla akledebilen insanlar içindir. Bundandır ki Cenâb-ı Hakk, bunun bilinebilmesi için ve bunu da bizzat insanın bilmesi için bu imâni muhabbete muhatabını mazhar kılmıştır.
O muhataplarından da yüce Kurân-ı Kerîm’inde kendilerinden şöyle bahseder: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:191)
Kendini bir gün aniden bu âlemde buluveren insan da düşünmeli.
Düşünmeli; kendinden dahi haberi olmayan kendinin bu yeri seçemeyeceğini ve buraya gelmeyi kendinin isteyemeyeceğini. İnsan gözünü açtı ve kendini, adına dünya denilen bir gezegenin üzerinde buldu. Ki dünyaya geldiği zaman etrafında olup bitenleri değerlendirebilecek bir konumda da değilken; tabi, bunun adına da bulmak denirse…
Düşünmeli evet, gözünü açıyor ve milyarlarca yıldız, galaksiler, nebulalar, yıldız kümeleri, galaksi kümeleri, kuasarlar, beyaz cüceler, kırmızı devler, nötron yıldızları, novalar, süpernovalar ve kara delikleri… -270 ile +milyarlar arasında değişen sıcaklıkları, ışık hızıyla milyarlarca sene katedilmesi gereken uzaklıkları, zaman ve dahasını.
Sormalı; nedir bütün bunlar? Bu nereden gelmek ve nereye gitmekler? Bu denli büyük ve muazzam donatılmış bir kâinat neden? Neden rengarenk manzaralar, ışıl ışıl parlayan yıldızlar, kandil olup asılmış güneş ve ay? Ve kendi: milyarlarca galaksi dolusu yıldız, sayısız mucize vücut kâinatında barındırılan? Şahit olduğu her şeyde mükemmel bir akış ve işleyiş var... Bu kadar küçük, aciz bir varlık nasıl bu kadar kapsamlı ve aklının tezahür edemediği büyük bir şeye muhatap olabilir? Hem böyle bir küçüklük ve acziyet içerisine sığan böylesine görkemli bir devasalık anlamsız, öylesine olabilir mi?
Ve maddi vücudunun da ötesinde harikuladelikler şöleni sunan nice duyguları ve düşünceleriyle? Ve burada ne arar?
Kâinattaki bir toz zerresine, hatta hiçliğe, dünyanın ömründe bir saliseden de küçük bir zamana tekabül eden insanlık tarihi neyi anlatır? Akıllı bir varlık olan insan, gözünü açıp, başını kaldırıp gözlerini kâinatın derinliklerinde gezdirdiği an, bunlar gibi nice uçsuz bucaksız soruyla karşı karşıya kalır da bunları sorgulamaz mı?
Hem öyle ki, güneşin bu kadar güzel doğup battığı bir başka âlem de yok iken bildiği kâinatta…
Her salise milyarlarca ton suyun havaya yükseltilip bir o kadarının da zarifçe yere indirildiği, göğünde birbirinden sevimli canlının kanat çırparak havalandığı, zeminine rengarenk halıların serildiği, heybetli dağların dikildiği, tavanı yıldızlarla süslenmiş başka bir sergi yeri yok? Renkler, sesler, kokular, türlü türlü hisler zaten ayrı bir âlem. Yüzünü nereye dönse insan, bir başka hayret. Etrafı trilyonlarca tür canlıyla donatılmış…
Şimdi böyle bir âleme, elinde olmadan geldi mi; getirildi mi?
Ve yine hiç ummadığı, beklemediği, dilemediği bir anda her şeyi yerli yerinde bırakıp gidecek? Hem sahi, ondan sonraki gidiş nereye?
Düşünmeye değmez mi tüm bunlar? Ya da bir düşünmekle biter mi bu iş?...
İnsan ve keşiflerle, nice eserlerle dolu bir dünya. Bu kâinat aynasında karşısına çıkan il eser de kendisi. Gözleri, kaşları, burnu, kulakları, kirpikleri, saçları. Teni; incecik ve sağlam bir deri. İntizamla yerine konulmuş azalar beraberinde. Müthiş bir ilimle aklın algılaması zor olan bir kas, damar ve sinir sistemi. Derisi soyulmuş ve etleri kemiklerinden ayrılmış, tüm damarlar yığılmış bir insan vücuduna bakılabilir mi? O haliyle ne korkutucu… Oysa bir bütün olarak bakıldığında ne muazzam bir donanım; her insanda ayrı bir güzellik sergilenmiş.
O insan yüzü, resmedilmiş diğer hayalî varlıkların yüzleriyle kıyaslansa? Resmedenlerin hepsi de birbirinden hünerli birer sanatkâr olsa ve sayısız eserleri olan yüz çizimleriyle karşılaştırılsa? Hepsinde öne çıkan ortak özellik, insan yüzünden hareketle çizilmiş olmaları olacaktır. Bir gerçek: hiçbir yüze benzemeyen bir çehre icad etmek, şimdiye dek hiçbir ressam ve sanatkâra nasip olmamıştır.
Bir diğer ortak özellik; harikalar ‘yaratan’ ödüllü sanatkârların hiçbirinin eserinde insan yüzünün verdiği güzellik ve bıraktığı his görülmez; çirkin ve başarısız bir taklitten başka…
Oysa kan ve kas yığınıyla çevrili bir kurukafayı çevreleyen incecik deriyle kaplanmış gerçek bir resim, neden fırçalarının başarısıyla gurur sarhoşu olan sanatkârlarını âciz ve sahte bırakır?
İnsan çehresi neden tüm hayâli çehrelerin ilham kaynağıdır; hadi çıkan çıksın işin içinden…
Çünkü eserler fiilerin neticesidir. Bir tablo nasıl ortaya çıkar? Çizilerek. Bir kitap? Yazılarak. Bir bina? İnşa edilerek. Gözlük? Tasarlanarak. Bunlar gibi nice örneğin her biri birer eserdir. Bir fiilin sonucu vücut bulurlar. Çizilmemiş bir tablo, yazılmamış bir kitap, inşa edilmemiş bir bina, tasarlanmamış bir gözlük hayalleri süslese de gerçek bir varlık kazanmaz. Gerçek bir eser muhakkak gerçek bir fiil ister.
Farzı muhal, tablonun çizilmediği, kitabın yazılmadığı, binanın inşa edilmediği, gözlüğün tasarlanmadığı ileri sürülecek olsa, yine bunu izah etmek için başka fiillere başvurmak zorunda kalınacaktır. Bütün bunlar ‘kendiliğinden ortaya çıkmıştır’, ‘tesadüfen var olmuştur’, ‘öylesine, rastgele biraraya gelmiştir’ gibi gerekçeler. İddialar ne kadar mantık ve akıl dışı olsa da eseri fiilden soyutlayacak kadar bir mantıksızlığa ve akıl dışılığa hiçbir zaman ulaşamamaktadır.
Bir eser, bir fiili gerektirir; fakat çoğu zaman birden fazla fiilin sonucu olarak vücut bulur. Nitekim tablo her şeyden önce çizilir ve çizilmek zorundadır. Ancak o tablo hazırlık aşamasında resimler ve renkler seçilmiş, kurgulanmış, planlanmış, boyanmış, çerçevelenmiş ve son halini almıştır.
Bir kitabın yazılması da keza son haline gelene dek türlü aşamalardan geçerek türlü fiiller sonucunda mümkün olur. Dolayısı ile her şey bir eser, her olay bir eser ve her kanun bir eserdir.
İçtiğimiz su bir eser, gördüğümüz manzaralar bir eser, soluduğumuz hava bir eser, o hava zerrelerinde yankılanan sesler bir eser, dağlar, denizler, yıldızlar, bulutlar bir eser. Kâinat, içindekilerle bir eser. Birer kanun halinde sürüp giden hadiseler de bir kanun. Yer çekimi, yağmurun yağması, güneşin doğması ve batması, arslanın yavrusuna şefkati, kozasından çıkan bir tırtılın kelebeğe dönmesi gibi nice misal. Şahit olduğumuz her ne var ise hepsi bir eser. Ancak alışkanlıklar onları birer eser olarak görmekten perdeliyor. Dünya ve içindekilerin kendiliğinden, tesadüfen oluştuğunu ileri sürenlerin dahi kaçamadığı, bu apaçık hakîkâte çarpıp kaldığı bir kanundur: eser var ise fiil kaçınılmazdır.
Mesela bir meyve; kayısı. Kara toprağın içinden sarı renkte renklendirilerek fışkıran bir sanat eseridir. Buradaki tartışılmaz gerçek kayısı adının verildiği sarı meyvede bir renklendirme fiilinin varlığıdır. Kayısılarla dolu bir ağaç, renklendirilmiş ve yemek için hazırlanmış bir eserdir. Tenasüp ve düzenle hazırlanmış bir eser var ise orada bir de ‘düzenleme, en uygun yerine en uygun şekilde yerleştirme’ fiili olmalıdır.
Tabiatın insan eli değmemiş alanlarında göze çarpan özelliklerden biri de hiç şüphesiz ki tezyindir. Oysa rastgeleliğin hüküm sürdüğü bir düzende böylesine süslemelerden ziyade karmaşıklığın ve kaosun olması gerekir? Neden böylesine intizamla döşenmiştir yeryüzü? Çünkü süslenir, düzenlenir; arkasında böyle bir fiil, ince bir kemâlat sırrı vardır. Misaller sonuza dek uzanır.
Ölçü net: eğer eserin kemâli varsa, bu, fiilin kemâline delil teşkil eder.
Yani tek bir göz dahi tüm sanat eserlerine tek başına meydan okuyan bir mucizedir desek, tüm bilim dünyasının ortak kanaatine de tercüman olmuş oluruz. Lakin bu sanat eserini iki ayrı gözden tek bir görüş şeklinde ahenk içerisinde yapıp bir başa konumlandırmak ve her an ona trigonometrik hesapları defaatle yaptırmak, bu sanat eserinin arkasındaki ‘irâdeli’ fiili, gözleri ve gönülleri kamaştıracak bir nurla ortaya koymak değilse nedir?
Böyle düşündüğümüzde eserler, bir taraftan her biri için ayrı bir takdir ve düzenlemeyi gösterirken, diğer taraftan da hepsini içine alan bir ‘birlik’ hakikâtine götürür…
Bu fiillerin de tümünü kapsamına alan ortak bir özellik var ki o da: mükemmellik.
Gözün muhafazası en uygun bir şekilde yapılır; temizliği en güzel en hassas şekilde sağlanır ve bakımı en münasip şekilde gerçekleşir.
Hangi canlı türünde olursa olsun, gözün yapılış ve işleyişinde görülen muhafazası, temizliği, bakımı fiilleri bir sonuca iletir mi? Muhakkak.
Bu fiilerde herhangi bir kusur mevcut mu? Asla.
Bu fiillerden daha muntazamını tahayyül etmek ve daha mükemmel bir neticeye varmak mümkün mü? Düşünen varsa buyursun, ispatlasın.
Öyleyse varılacak netice de şu hakikâtten başkası olmayacaktır:
Bu fiillerin tümü irâdeli fiillerdir. Üstelik kusursuz bir irâdenin mükemmel bir istemenin ve oldurmanın sonucudur. Bu da tesadüfe hiçbir şekilde barınacak yer bırakmaz.
Tekrar yine insan vücuduna dönersek bu kez insan, etrafına ancak ilk defa yeryüzüne inmişçesine bakmalı…
Kayısının, limonun, elmanın ve benzerlerinin sarılığını, her birinde ayrı ayrı zevk etmeli.
Gündüz güneşle, gece yıldızlarla süslenen gökyüzüne bir kez daha bakmalı yeni gözleriyle.
Çünkü eserler birer birer fiilleriyle buluştukça, gözdeki perdeler de birbiri ardınca kalkmaktadır. İnsan o zaman tam mânâsıyla bir şeyleri birarada görebilmekte:
Bir kuşta tüm kuşları, bir ikrâmda tüm rızık verişleri, bir yağmur damlasında tüm yeryüzünün dirilişini...
Ve dahası. Sonra da tüm bunları insana ve diğer tüm canlılara tek tek göstermek için bir ‘görme’ fiili icad etmek nasıl bir yaratıştır düşünülmeli düşünülebilirse!
Vesselâm...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.