Her şeyin hiç bir şeyi yoktu. Hiç bir şeyin her şeyi var!
12 Aralık 2021, Pazar 09:09Sabah ezanının okunmasına halen 1 saat vardı. 13 ve 15 yaşındaki iki kardeş sıcacık yataklarından kalkmışlar, ellerindeki paraları düşürmemek için en derin ceplerinin dibine sokuşturmuşlardı. Henüz güneşin doğmasına bir saatten fazla zaman vardı. Onlar karşı mahalledeki büyük marketin önünde sıraya girmişlerdi. Bugün pirinç satışı yapılacaktı. Kişi başına sadece 1 kg. pirinç veriyorlardı. Önceleri “şu pilavlık, şu dolmalık” diye seçim yapıp aldıkları pirinçten şimdi şanslarına ne çıkarsa onu alacaklardı. Bir de kardeş oldukları belli olursa suratlarının ortasına birer şamar yiyip hiç alamadan dönme ihtimalleri de vardı. Bu sebeple kuyrukta aralarında 4-5 kişi olacak şekilde yerleşmişlerdi ve birbirleriyle konuşmuyorlardı. Eve pirinç götürdükten sonra da fırının önündeki kuyruğa girip ekmek alacaklardı. 4 ya da 5 saat de ekmek kuyruğu sürerdi. Zaten buraya gelene kadar yolda 2 ayrı grubun da sorgu suallerine muhatap olmuşlardı. İlk çeviren grup büyük kardeşi yakasından tutup:
-”Söyle bakalım, sen faşist misin, komünist misin?
Bir şeyler söyleyip kurtulmaları gerekiyordu. Büyük olanı bu sebeple kendilerini çevirenlerin kılık kıyafetlerine, bıyıklarına, üstlerindeki parkaya bakıp “Bunlar her halde solcu olmalı” diye akıldan geçirip: “Biz Faşist değiliz” deyince bir anda tekme tokat arasında kalmışlar. Ağız burun dağılmıştı. “Gecenin yarısında da bu olur mu?” diye söylene söylene kaçmışlardı. Diğer mahalle sağcıların elindeydi. Her girip çıkana hesap sorarlardı. Nitekim bunları da çevirip benzer soruyu sordular. Mahalle sağcıydı. Ama bunlar solcu olabilirdi. Gene riske girip dayak yemek istemiyorlardı. Bu sefer:
-”Abi biz tarafsızız. Ne sağcıyız, ne de solcu”
-”Ulan vatan elden giderken siz ot gelip ot mu gidiyorsunuz” diyerek dayağa başladılar. Cep telefonundan polisi arayıp yardım istemek akıllarına geldi. Ama cep telefonu yoktu. Görünür alanda ankesörlü telefon bile yoktu. Halbuki ne büyük ihtiyaçmış meğerse. Etrafta yeni bekçiler de hiç yoktu. Bir arabanın hareketli farı yansıyınca gruptan biri “Polis geliyor dağılın” diye bağırdı. Hepsi kayboldu bir anda. Gelen arabanın üzerinde ışıklar yoktu. Çevresinde Polis yazan reflekte yazılar da yoktu. Ama içinden çıkanlar polis elbiseli bildiğimiz polislerdi. Onlar arabadan indiklerinde bizi çevirip dövenler:
-”Aaa bizim polislermiş” diye birbirlerine seslendiler. Hepsi saklandıkları yerden çıkarken iki kardeş kenardan kenardan sıvıştılar. Her grubun kendilerini kollayan polisleri hatta o polislerin de dernekleri var. Ve Farklı derneklere kayıtlı polisler de birbirlerine sıkıştırıp, hatta birbirlerine silah çekip çatışıyorlar. Bütün bunlar evvelki gün başlarına geldi iki kardeşin. Nerede mi? Ankara’nın göbeğinde. Cebeci’de oturuyorlardı. Hamamönü’ndeki marketten pirinç almaya giderlerken oldu bütün bunlar.
O sırada kuyrukta bekleyen yaşlı bir amca yere yıkıldı. Biraz titreyip kıvrandıktan sonra kaskatı kesildi. Arkasında bekleyen hemen onun sırasına kayıp beklemeye devam etti.
Biraz duyarlı olanlar “Telefon edip ambulans çağıralım” diye seslendiler. Enteresan ki; hiç kimsede telefon yoktu. Evlerden birinden hastaneyi arayıp ambulans istendi. Hastaneden telefona çıkan adam:
-” Ambulans için önce buraya gelip benzin parası ve harç parası yatırmanız gerekiyor. Ambulansa doktor veya hemşire istiyorsanız o da ayrı ücret.” dedi.
Ortalama 5 saat süren pirinç alma kuyruğundaki yaşlı adam dönmeyince yakınları merak edip geldi. Üzüntü, ağıt derken…
Cenaze deyip geçmeyin. Cenaze arabası “yakıt parası, tabut kirası, kefen parası” almadan gelmiyor. Hadi onu bir şekilde hallettiler diyelim, Cenazenin raporu için devletin doktoru ayağına gelecek. Ona da bir bedel verecekler. Yıkanması için yıkayanlara, Namazını kıldıracak hocaya, mezar yerinin alınması için belediyeye...
Mezar kazıcıların “kazma kazmıyor” diyerek istedikleri meblağı almadan mezar kazmaması da ayrı bir dert.
Neyse bizim iki kardeş az sıyrıklarla pirinçlerini aldılar. Eve gelip ekmek ve şeker kuyruklarına da girmek üzere evden geri çıktılar.
Bu iki kardeşten 13 yaşında olan küçüğü bendim. Aradan kaç yıl geçtiğini maaşım belli olmasın diye yazmayacağım.
Evvelki günden bu yana çok zaman geçti. Gençlere bütün bunlar masal gibi geliyor.
Son yıllarda Devlet; görevini yapan bir devlet haline dönüştü. “Görevi!… Elbette yapacak” deyip basite alıyorlar. Önceki dönemlere ait gençlerin bilmediği o kadar çok şeyler vardı ki. Komik olan birkaçını yazayım. Komik dediysem Trajikomik!
Bu ülkenin başbakanlık da yapmış olan Ana Muhalefet lideri yurt dışında kumar oynarken yumruk yemiş ve burnu kırılmıştı.
Ekip arabasında görev alan polis rüşvet almayınca diğer polislerin tepkisini çekmişti. Sonrasında önce başka görevlere, sonra da ilden ile sürgün edilmişti. Sonunda da istifaya zorlanmıştı.
Elektronik ürünlerin iyileri ancak kaçak yollarla ülkeye gelirdi. Antep-Urfa gibi illerin sınırları bu malların giriş kapılarıydı. Bu illerde kaçak mallar dükkanlarda aleni olarak satılırdı. Başka şehirden gelip bu kaçak malları alanlar otobüsle şehirlerine dönerken yolda jandarma arama yapar, kaçak mallara el koyardı. Ertesi gün yakalanmış kaçak mallar aynı dükkanlara geri döner ve yine satılırdı. Gurbetçilerimiz Almanya’dan gelirken getirdiği basit elektronik aletler bile bizim milletimiz için hayal ötesiydi.
Patent kanunu devredeyken patentli ürünü kopya edilmiş bir buluş sahibi Hâkim tarafından azarlanır ve “Senin buluşun diye bir tek sen mi kazanacaksın egoist!” diye hakaret edilirdi.
Öyle zamanlar vardı ki devlet Polis ekiplerine 10-15 litre ile sınırlı benzin verirdi. Takip yapan polis arabası yolda benzini bitince takipten düşerdi. Araçtaki polisler nasıl geri döneceğinin telaşını yaşardı. Polisler iş adamlarının arabasını durdurup durumu anlatır ve benzin parası dilenirdi.
“Rahşan Affı” olarak bilinen genel af çıktığında polisler tepki olarak aylarca suçlu yakalamama eylemi yapmışlardı. Bu eylemden haberi olan kapkaççılar ve hırsızlar polisin gözüne baka baka işlerine devam etmişlerdi.
Yolda radar olmadığı halde “Radara yakalandınız” deyip “çorba parasına” ikna olan polislerimiz vardı.
Gençlik zamanlarımda çalıştığım bir firma hırsızlar tarafından soyuldu. Polis normal prosedürleri uyguladı. Ama hırsızların yakalanması konusunda umudumuz yoktu. Bir hafta sonra hırsızlar tekrar iş yerimize girdi ve kalan malları da çaldı. Karakol ilgisizdi.
Bir süre sonra bize ait malları bir dükkânın vitrininde gördük. Karakol yerine Emniyet sarayına gidip bir komiserle görüştük. Durumu anlattık. Ekipler oluşturuldu. Çalıntı malları satan dükkâna baskın yapıldı. Şebekenin tamamı yakalandı. 90’ın üzerinde mağazanın çalınmış ürünleri bir binaya doldurulmuştu. Hepsi yakalandı. Mallarımıza kavuştuk.
Aradan 10 gün kadar geçmişti. Karakoldan polisler gelip firma yetkililerini karakola çağırdı. Karakolda çok kötü dayak yedik. Komiserin dayak sebebi; “Neden bize değil de Emniyet Sarayına gittiniz?”
Ağız burun dağılmış halde karakoldan çıkıp tekrar Emniyet Sarayına gidip oradaki polislere durumu anlattık. Polisler notlarını alıp bizi gönderdi. Sekiz ay sonra gazetelerde bir haber:
“..Polis Karakolunda biri komiser, 8 polis takip sonunda hırsız şebekesi ile ortak çalıştıkları tespit edildiğinden tutuklandı”
Bu şebekeyi ve işbirlikçi polisleri yakalayan komiser birkaç ay sonra faili meçhul bir şekilde öldürüldü. Allah rahmet eylesin.
Türkiye bu haldeydi. Hatta bunlar devede kulak değil tüy idi. Yani şu an gördüğünüz her şeyin o zamanlar hiçbir şeyi mevcut değildi. O yöneticiler ve devamları ülkeyi yönetmeye devam etselerdi bugün gördüğünüz her şey o günlerin hiçbir şeyi olmaya devam edecekti. Temel atmama törenleri, heykel açılışları, yapılan hizmetlere çökme dışında hiçbir şeyimiz de olmayacaktı. (Hizmet yapılmamış olacağından çökecek bir şey de bulamayacaklardı.)
Bu konular uzun. Bir haftaya sığmaz.
Sevgili MalatyaTime okurları. Yazdık, okuduk. Sohbet ettik. Girerken unuttuk, çıkarken selamlaşıyoruz.
Bu hafta sizi biraz germiş olabilirim. Ama birileri gerilmiş olmak için estetikçilere dünyanın parasını döküyor. Size bedava.
Kalın sağlıcakla.