İllâ Edeb
08 Temmuz 2022, Cuma 10:00
Eûzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm,
O, hikmeti dilediğine verir. Kendisine hikmet verilen kimseye ise, gerçekten pek büyük bir hayır verilmiştir. Bunu ancak sağduyu sahipleri düşünüp anlarlar. [Bakara, 269]
Hamd, âlemleri nûruyla halk eden, hidâyet râhını dâima kullarına feth ü küşâd eyleyen şânı sonsuzlarca yüce olan âlemlerin Rabbi; Cenâb-ı Hakk’adır.
Salât ü selâm, Hâtemü’l Enbiyâ, Rahmeten lil Âlemîn Efendimiz (sas)’e, O’nun pak âline, ashâbına ve nûrlu yolunun sadâkat ehli yoldaşlarınadır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah, bizleri kulu olarak takdir eyledi. Biz âhir zaman ümmetine, Nebîler Nebî’si Eşref-i Mahlûkat, Habîb-i Hüdâ Efendimiz (sas)’i ikrâm ve ihsan eyledi. Ve O’nun nûrlu yolunu, sırat-ı müstakimi nûruyla istikâmet eyledi. Bu istikâmete vâsıl kılmak için de; ashâb-ı kirâm başta olmak üzere, nice pîrleri, velîleri nûrdan kandillerle kullarına lûtfeyledi.
O velîler ki; ömürlerini, mallarını, canlarını hatta hayâllerini dahi bu nûrlu davaya vakfeyledi.
İşte bu nûrdan silsilenin en parlak yıldızlarından olan velîler, âhir zamanımızın karanlık ve zulmeti içerisinde Allah ve Râsûlü’nün davasını dava edimiş, nûrdan birer kandildirler.
Öyle ki, bu velâyet makâmı ve velîlerin muhabbeti de öyle her gönüle tenezzül etmez…
Onlar değil semâvâtta (göklerde), Arş-ı Rahmân’da uçuşan ya da Kaf Dağı’nın ötesinde kanat açmış kuşlar gibidir. Sadâkât ehli olan bu zâtları da ancak; sıdk ile hakîkî bir doğruluk ve teslimiyet ile kendilerine rağbet eden temiz yürekli, halis niyetli, bendegân insanlar idrâk edebilir, tanıyabilir ve sevebilirler.
Kalbinde (zımnî veya alenî) Allah’a kin olan kalbi bozuk insanlar, elbette ki kalbinde tevhîd olan insanlara dost olamazlar.
Nitekim, Abdülkâdir Geylânî Hz. buyurmaktadır ki: ‘’Yalnız kâfir ve münâfıklar seni sevmez, sevemezler. Çünkü onlar, Allah sevgisinde sana iştirâk etmezler.’’
Çünkü onların Allah ile mutabâkâtı yoktur.
Bu da kalplerinde hakîkî mânâda tevhîd hakîkâtlerinin tahkim olmadığındandır.
Bunların İslâmi ilimlerde; ‘’bilirim’’ geçinenleri, bir çok hakîkâti bilirler, tasdik ederler; ama asla iz’ân edemezler. İz’ân etmedikleri için de hakîkâte teslimiyet gösteremezler.
Hikmetin mutlâk gerçek ilmine; gayretle, tevâzuyla, hakîkî tefekkürle yönelmediklerinden dolayı, hakîkâte açılmaları da kendilerine müyesser olmaz. Bu kez hakîkâtin hakkına münkir oldukları gibi, hakîkâtin apaçık nûrlarına da münkirdirler.
Sahip oldukları bilgileri, âlemlerinde tefekkürle hakîkâtin nûrlarına, mârifetin ilmine döndüremedikleri için de bu kez; kendi yaşayamadıkları bir hakîkâti, başkasında gördüğü ya da duyduğu zaman türlü bahanelerle üstünü örtmeye, inkâr etmeye kalkarlar.
İslâmi ilimle uğraşıp, ağır bir tefekkürle ve gerçek bir mahviyyetle Allah’ına kendini çiğneyemeyen âlim görüntüsündeki bir cahil, hakîkî Allah dostlarına da elbette dost olmaz, olamaz.
Çünkü enesi tagutlaşmış, kendini iltizam etmiştir.
Dolayısıyla; yüksek insanları aşağılamak, aşağılık insanları da yükseltmek; aşağılık kimselerin şe’nidir.
Cemâât-i Müslimin’i bırakıp, böyle cahillerle fırka olanlara, Bâyezîd-i Bistâmî Hz. şöyle buyurmaktadır: ‘’Şeriate muhalif kimselere velîlik ve kerâmet atfedenler; mel’ûndur."
Bu yüzden de İslâmiyet ve İmân hakîkâtine muhalif olanlarda da zerre kadar kerâmet gerçekleşmez.
Çünkü kerâmetle istidrâcı ayırt edemeyen insan; tevhîd-i hakîkâtten gerçek mânâda nasiplenmiş değildir. İstidraç; tabir-i câizse, kendi pisliğini baklava diye yemektir.
Öyle cahiller vardır ki kendini alîm sanan, daha kendini analiz edemediğinden, değil Allah’ı tanımak; nefsini ve şeytanını tanıyamadığından, onlarla karşı karşıya gelemediğinden, şeytanın iğvasıyla hareket etmektedirler.
Tıpkı tuzun suda eriyip, kendini su diye yutturduğu gibi; bunlar da, şeytanı ve şeytanın sıfatlarını kendileriymiş gibi yutmakta ve yutturmaya çalışmaktadırlar.
Oysa kâdim ve şaşmayan kâidedir: ‘’Bakanın kör olması; güneşe halel getirmez.’’
Ubûdiyet için insanlığa lâzım olan her şeyi içinde barındıran; ancak nûr-u Muhammedî’dir. Dava bu davadır.
Akıl, öğrenmek, bilgi sahibi olmak gibi saikler, ihlâs olmadığında; bu noktayı dağıtır, çoğaltır, büyütür, farklılaştırır.
Ancak hakîkât, kalbin içinde tevhîd şeklinde zuhur ederse, tüm harfleri cem eder, farklılıkları bir eder, her şeyi müşahedeyle toplar ve o noktada kendisi de ifna eder.
Çünkü ilim bir noktadır; onu cahiller dağıtır, çoğaltır, eğer, büker, kıvırır, kılıfına uydurur.
Hakîkî Allah dostuyla diğerleri arasındaki en bâriz fark şudur ki; Allah dostu, Allah’a duyduğu aşkında ilerledikçe cehâletini fark eder. Bu dostluktan ve aşktan mahrum olan ise kendisini âlim zanneder.
Nasıl ki Peygamber Efendimiz (sas)'in düşmanları, mucizelerini inkâr edemeyip, sihir diyerek ikrar etmişlerdi, Efendimiz (sas)'in varisleri olan Allah dostlarına, zımnen düşmanlık besleyenler de, onlarda vuku bulan kerâmetleri hazmedemezler, inkâr da edemezler; lâkin istidraç diyerek ikrâr ederler.
Bilinmelidir ki; Allah velîlerini ve Allah’a yakınlığı aziz kabul edenler ancak izzet bulacaktır.
Allah’ın velîlerine dil uzatanlar, bu sahayı, bu davayı zelil kabul edenlerse; zillet içinde kalacaktır, ortası yok.
Bugün dünyevî ve uhrevî sahadaki en korkunç tahribatlar; âlim geçinenler ve cahillerden kaynaklanmaktadır.
Halbuki, maddi ve manevî dünyamızı kasıp kavuran, içinde bulunduğumuz şu hâle sebebiyet verenler; ‘her şeyi ben bilirim’ciler, bilgili ve güya görgülü kabul edilen kişilerdir. Dünyayı savaşın eşiğine getirenler, en vahşi katliamları yapanlar, insanlığı acımasızca mahvedenler, maalesef sözüm ona tahsil görmüş, kitapları yutmuş, çok bilen ama kendini bilmeyen, haddine hudut koyamayan kişilerdir.
Tıpkı Azâzil, yani İblis’in, Hz. Adem’e secde emri gelmeden önce meleklere hocalık yaptığı ve yeryüzünde secde etmediği mekân kalmadığı, bilmediği ilim kalmadığı gibi.
Hepsi vardı; ihlâs yoktu. Ve o, yaptığı tâatı kendinden biliyordu. Âdem’e secde etmeyi reddettikten sonraki sözleri aslında daha önce yaptığı küstahlığın ve benliğin neticesiydi.
Aslında tâatı kendinden görme edepsizliği onu Âdem’e secdeden alıkoydu. Şeytan, önceki secdelerini kendinden, Âdem’e secde etmeyişini (hâşâ) Allah’tan bildi. Sonra yaptığı edepsizliği fark edip tövbe edeceğine; süre istedi. Bu süreyi de affı için değil, Allah’a isyan için kullandı. Yani Allah’ın mülkünde, Allah’ın kudretinde Allah’a âsi oldu. O isyan bile Allah-u Teâlâ’nın ona müsaadesiyle gerçekleşti.
O halde karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır: Âlenî edepsizlik; imân tadını alamamanın alâmetidir.
İmânın tadını alamamak da; Allah’ı hakîkî mânâda tanıyıp bilmekten alıkoymaktadır.
Allah’ı tanıyıp bilmeyen de; neyi gerçek mânâda bildiğini iddia edebilir, hakîkâtleri nasıl hakkıyla idrâk edebilir ki?
Nitekim, Allah dostlarını sevenler, besledikleri muhabbetten dolayı, Cenâb-ı Hakk’ı da sevmiş olurlar ve böylelikle Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu kazanırlar. Çünkü Allah için Allah dostlarına muhabbet; Allah-u Âzimü’ş-şân’ı sevmek demektir.
Dolayısıyla, Allah’a ve dostlarına düşmanlık besleyenin; hakîkâtten zerre kadar nasibi yoktur, olmamıştır.
Hadis-i Kudsî'de de nakledildiği üzere: "Her kim benim bir dostuma, evliyâma düşmanlık yaparsa; ben de ona harp ilan ederim." (Buhârî, Rikak 38.)
Velhasıl, Hakk ve Râsûl'ünün aşıkları, bu nûrlu kervanı kıyâmet sabahına dek yürütecek ve bu yolun yolcularına bir ân dahi yorulmadan hizmet edeceklerdir.
Üstâdımız Bedîüzzaman Saîd Nursî Hz. yerimize özetlesin ve desin ki:
‘’Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nûr bulursun.’’
Ama her şeyden önce edeb. Illâ edeb, illâ edeb..
Vesselâm…