İnâbet
10 Eylül 2021, Cuma 07:15Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Allah'a kulluk, kulluğun hakkını vererek yerine getirmek ve tüm fiillerde yetecek miktarda kanaat etmek ihlâsla mümkündür. O'nsuzluğa katlanmamakla, her ân O'nunla beraber olmak, O'nu hissetmek ve yalnız O'nu düşünmek, tefekkür etmekle.
Alışkanlıklara bağlanıp, geçim yollarının yaratıcısına tevekkül etmeyi bırakıp, geçim yollarının sebeplerine takılıp kalmak; müminin aleyhine dolayısıyla münafıklığa delildir.
Münafık ki; konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözüne riâyet etmez, kendine güvenildiğinde güveni boşa çıkartır ve emânete hıyânet eder. Kim ki Rasûl-ü Zişan'ın (s.a.s.) işaret ettiği bu çirkin özelliklerden uzak olursa, o ölçüde ve mesafede münafıklıktan uzak olur.
Bu ölçüler, eşref-i mahlukât ile esfel-i safilini birbirinden ayıran mihenk taşıdır. Mümini münafıktan, muvahhidi müşrikten ayıran aynadır.
Müminin namaz kılan, ama yalan söyleyeni olmaz. Suretinde ve mânâsında ikiyüzlülük olmaz.
Çünkü mümin; "Allah-u Ekber / Allah en büyüktür" derken kalbinde başka tanrılara yer vermez.
Sözlerinde Allah'ı birlerken, fiillerinde O'na ortak koşmaz. Dinini, değerlerini kullanarak; gösteriş ve riyâkarlığa yeltenmez. Hakikâtlerini nefsine, hevâ ve heveslerine yağmalamaz.
Ebedi kurtuluşunu fedâ edip dünyaya tenezzül etmez, dünyaya razı olup ahiretini satmaz.
Cenâb-ı Hakk; "Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır" buyururken, O'nun sevgisi ile başkasının sevgisini bir kalpte bulundurmaz. Katıksız tam bir ihlâs, yalansız hakikî bir doğruluk bunu gerektirir. O ki, (c.c.) amellerin görünen yüzüne, şekline şemâline bakmaz.
Nitekim amellerin de ruhu vardır; o da takvâdır. Dünyaya ve başka şeylere karşı arzusu, isteği ve şiddetli meyli olan ruhsuz bir cesetten ötesi değildir.
Tamahkâr olan, hakikâti gözden çıkaran, Hakk'ın her ân üzerindeki nazarını unutan, menfââti için ruhunu satan, kıyl-u kâl ile mâlâyânîye müptelâ bir ceset...
Bundan ötürü nefsini hesaba çekmeyen ve içinde bulunduğu riyâkârlık denizinden mücâdele ederek çıkmaya çalışmayan; elbette ki boğulmaya müstehâk ve lâyıktır.
Takvâya talip bir mümin bu sebeple nefsine nasihatte bulunsun ki kalbini riyâdan zühd ile arındırabilsin.
Zühd; haramlardan, yasaklardan, şüphelilerden sakınmak ve dahi mübahlardan ve tüm hâllerde netice itibariyle helâllerden de çekinmek, kaçınmaktır. Dünyayı ama ahireti de, cehennemi ama cenneti de terketmektir sonunda. Bu da şehvetlerden ve zevklerden, makamlardan ve mansıblardan, menfaatlerden ve kendinden geçmekledir. Bu sayede her şeyin mutlâk zâtında son bulduğu Hâlık'a, ıztırâri değil ihtiyarî olan tam bir teslimiyet vuku bulur.
Münafıklığın zelilliğini reddedip, müminliğin izzetine râm olmayan muhlis olamaz.
Bu da ancak nefsinde bulunan emmâre, levvâme ve mülhimeyi irâde ile aşarak, hayvânî özellik ve fiillerden, şeytânî vasıflardan uzaklaşarak mümkündür. Böylelikle Rabbü'l Âlemîn'in; "Doğrusu Allah, pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever" (Bakara/2, 222.) buyruğuna muhataplıkla, her şeyi terkedişle Allah'a dönülür, ahirette kurbet merdivenine çıkılır, Allah-ü Azimüşşan'ın vechine bakmaya lâyık olunur.
Bu hâle erenler için iki cihân güneşi Habib-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.s); "Allah'ın öyle (kıymetli) kulları vardır ki, onların bedenleri dünyada, kalpleri ise arşın altındadır" buyurmuşlar.
İnsan madem ki insan olarak yaratıldı; öyleyse bu emâneti muhabbetle, sadâkâtle, içten ve samimi bir ihlâsla muhafaza ederek halel getirmemeli.
Getirmemeli ki; enaniyet dairesinden çıkabilsin ve asıl ait olduğu yeri fark edebilsin, hakikât nûruyla o nûra teslim olabilsin.
Allah-ü Telâla kendisine teslim olanı asla bırakmaz; onu kurda kuşa, nefse şeytana, dünyaya ve dünyadakilere yem etmez. Kim neye talipse muhakkak onu bulur; Hakk'a talip olan hakikâti bulur, Hakk'tan başka şeylere talip olan da hakettiğini bulur, zelil olur, rezil olur, mahvolur.
Aciz, güçsüz, kudretsiz bedenin, fezâlara çıkan, tüm mahlûkâtı keşfeden ruhla bütünleşmesi ancak hakikî (ilâhi) aşkın, riyâyı yakıp kül etmesiyledir. Çünkü benlik hakikî aşk ateşiyle yanar.
İliklere kadar işleyen hakikât; Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in sorduğu; "Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?" suâlinin cevabında:
"Biz ona ikrâm ettik" tâcını, biricik muhatabı Hz. İnsan'a giydiren Allah-u Teâlâ'nın bilinmeklik murâdında...
Sır, erbâbınadır; bilmek istemeyene ise fezâlardan da uzaktır.
Lisânı ile tevhîdi tasdîk etmek suretiyle, Allah'tan ve O'nun rızasından başka her şeyi düşünmekten, istemekten hicâb duyarak sakınmak yakınlığındaki o ezeli sırrı ifşa eden aşk eri Yunus'a bırakalım sözün özünü, desin ki;
"Bir ben vardır bende; benden içeri..."
Vesselâm...