İnsan-ı Hakîkî
24 Aralık 2021, Cuma 10:51Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla...
Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Sonsuz salât ve selâm, O’nun sevgili Rasûl'üne, kutlu ehli beytine ve kıyamete kadar Hakk davasını sürdürenlerin üzerine olsun.
Mü'minlere kılınan; "emr-i bi'l-mâ'ruf, nehy-i ani'l münker" yani iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak; her 'Müslümanım elhamdülillah' diyene farzdır. Her insan yaratılışı gereğiyle, doğruları yaşayarak öğretmek, yanlışlardan da kaçınarak uzaklaştırmakla mükelleftir. Ama efendim, "her koyun kendi bacağından asılır!" ? Doğru; ama bu ölçü koyunlar için.
İnsan ise koyun değildir. Bu sebeple her şeyden önce insanı tanımak gerekir.
Ki insan, kâinâttaki yegâne halîfetullahtır. Bunu Cenâb-ı Hakk, Sûre-i Bakara'da; "Ben yeryüzünde kendime halîfe yaratacağım" diye buyuruyor. Öyleyse "Kendini bilen; Rabbini bilir."
Mefhum-u muhâlifiyle de; "Kendini bilmeyen; Rabbini bilmez."
Kendini bilmenin sırrı ise; sonsuz aczini bilmekle başlar, halîfetullah olduğu şuuruna ermekle hakîkât vahasına yükselir. Yani bu hâl kişinin, nefsin, nisbî mânâda insanın, Rabbinin kulu olduğunu idrâk ederek tasdîk ve takdîr eder hâle gelmesinden geçer.
İnsan ancak nereden gelip, nereye gittiğini izâh edebildiği ölçüde, kâinâta 'ol' emrini veren o sonsuz kudret sahibiyle münâsebetini ve kendi yaratılış gayesini idrâk edebilir.
Benlik tohumunu kırıp çıkmadan, enâniyetini edeple terk etmeden; Âlemlerin Rabbi'nden ve âlemlere rahmet olarak bahşedilen nûrun alâ nûrdan haberdar olunamaz.
Benlik tohumundan çıkmayı başarabildiğinde ancak hayâl dahi edemeyeceği hakîkî varlık ve hiç tükenmeyen muhabbetle tanışabilir. Ve işte o zaman, insanın terk ettiği yalancı benliğine karşılık, kendisine kıyaslanması dahi mümkün olmayan, daha güzel ve kalıcı varlık lutfedilir; ona erişince dönüp bir daha kendine bile bakmaz insan...
Her şeyi kendi âleminden ibaret sanmak; ne acıklı bir tutsaklıktır. Kendi vücud âlemine bile söz geçiremeyen, bir dakika sonrasını garanti edemeyen, sadece tek bir göz hücresindeki detayları dahi hesap edemeyen insanın; benliğini ilâhlaştırması ne dehşetli bir akıl tutulmasıdır.
Küçücük, gözle görülmeyen bir mikroba yenik düşüyor, bir bakışa, bir kelimeye, bir duyguya mâhkûm oluyor, vehimleri, hayâlleri, sevgileri, korku ve endişeleri nereye giderse gitsin peşini bırakmıyor; bunca acizliği, güçsüzlüğü hangi irâde ve akılla sevk-ü idâre edebiliyor ki, kendine ilâhlık veriyor?
Ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar makam ve mevkî sahibi olursa olsun, ölmek bir tarafa, uyuduğu zaman bile 'benim' diyebildiği her şeyden ve herkesten ayrılıyor, fakir, hiçbir konumu olmayan birinden zerre farkı kalmıyor.
Öyleyse ikilikten, sahte benliklerden geçmedikçe insan; yegâne tek olan Rabbi ve Yaratıcı'sını bilemez, bulamaz, O Kâdir-i Mutlak'ın tüm âlemleri yarattığı muhabbetin zerresinden dahi haberdâr olamaz.
İnsanın bulunduğu veya akledebildiği âlemlerden münezzehtir O; ama bütün âlemleri kuşatmış, tümüyle ihâtâ etmiş; tek ve bir olan Rabbü'l-âlemîn'dir.
İnsan, diğer canlılardan ayrılmayan vasıflarla, yalnızca yiyip içip, dünya üzerinde nefsi ve hevâsıyla saltanatlar kurup, sonra da toprağa gömülüp, yakılıp yıkılıp külleri savrulsun diye bu âleme getirilmedi. Geçmişi ve geleceği olmayan, şu anı da heba olmakta olan bi-çare; hangi varlıktan, hangi benlikten bahsedebilir?
Bu sorular, hakîkî varlıktan habersiz olanlar için, kimi zaman buhran, kimi zaman cinnet, kimi zaman isyân, kimi zaman da inkâr noktasıdır; lâkin hakîkî varlığı bilen, akledenler ve o hakîkâte muhabbet besleyenler için bu dünya da, tüm âlemler de, hatta cehalet ve ilim de bir saâdet, bir kavuşma vesilesidir. İmân, ihlâs, takvâ ve gerçek teslimiyet ancak hakîkî varlıktan haberdâr olarak bu biliş ve oluşla kalbi atanlar, kâinâta sığmayanlar içindir.
Ve bundandır ki Cenâb-ı Hakk, bu hakîkâtin bilinebilmesi için ve bunu insanın da muhatap kılınarak bilmesi ve takdîr etmesi için husûsi izzet ve şerefe, bu imâni muhabbete insanı bizzat mazhar kılmıştır.
Cenâb-ı Hakk'ın bir kudsî hadiste buyurduğu gibi: "İnsan, benim sırrım; ben de onun sırrıyım."
İnsanın yaratılışındaki gaye; tefekkür ilmidir. Tefekkür ilmi ise; furkan yani tevhîd bilgisidir. Ârif kişi, ma'ruf ve mahbûbuna bu ilimle kavuşur. Nihayeti; rûhâniyet ile yakınlık âlemine uçmaktır.
Eşrefü'l mahlûkât olan ârifler için söylenen bir beyitte denir ki;
"Âriflerin kalplerine has gözler vardır,
O gözler ki bakanların göremediklerini görür,
Tüy olmaksızın uçtukları kanatlar vardır;
Onlarla âlemlerin Rabbinin melekûtuna uçarlar..."
İşte ârifin sırrı; insan-ı hakîkîdir. O, Allah'ın habîbi, mahremi ve yegâne muhatabıdır.
Hz. İnsan; fâni bedenini kendi sanmaktan kurtulan hür,
Cenâb-ı Hakk'ı müşâhedede bâki olan diridir.
Gönül aynası aracılığıyla kalp gözü ile Allah tekaddes hazretlerinin cemâl nûrlarının aksinden olan sıfatlarını gören, tasdîk ve takdîr edendir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "(Kulunun) kalbi, gördüğünü yalanlamadı." (Necm, 11.)
Râsûl-ü Zişan Efendimiz (a.s.m.) da şöyle buyurmuştur: "Rabbimi, Rabbim ile (yani Rabbimin nûru) tanıdım."Velhasıl, dünyada O'nun sıfatlarını görenler; âhirette de hiç şüphesiz ki O'nun Zâtını görecek olanlardır. Allah'a vuslatın mânâsı budur!
Gerisi; gerisidir.
Vesselâm...