Kalb-i Muhammedî
14 Temmuz 2023, Cuma 08:57Eûzü billahi mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bismillâhi’r-rahmani’r-rahîm,
Âlemleri tenvîr eden, hidâyet râhını daima kullarına feth ü küşâd eyleyen âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk’a nihayetsiz hamd-ü senâ; Rahmeten lil Âlemîn, Efendiler Efendisi, Habîb-i Hüdâ, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz’e ve O’nun temiz ve pak âline, ashâbına ve nûrlu yolunun izindekilere sonsuz salât ve selâm olsun.
Âlemlerin yaratılmasından murad; Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi ve tanınmasıdır, bu bilinme ve tanınmanın temsili makâmı da Ekmel-i Mevcûdât olan Hazret-i Muhammed’dir (sas). O’nun hilkâti ise âlemlerin yaratılmasına bir sebep ve nüvedir.
Cenâb-ı Hakk, sadece o nuru kendisine izafe etmiş ve o nuru tasdik edip; “Abduhu, işte O’nun (Allah’ın) kulu” demiş, bütün peygamberlerde bulunan risâlet ve temsil makamının asıl mebdeini “Râsûlullah” atfıyla ilân etmiştir.
Hz. Muhammed (sas) ki aşkın biricik efendisidir. O Sultân-ı Enbiyâ’nın kavli şeriat, hâli hakîkât, fiili tarikât, sırrı da marifet makamının zirvesidir. Ölçü ancak O’nunla gerçek makamını ve mertebesini bulmuştur. Yaratılış sırrının tüm hakîkâti O’nda cem olmuş, yok oluşun sırlanması dahi yine O’nunla netice bulmuştur.
Hakîkât bizim benliğimizle anladığımız bir şey değildir. Ancak nur-u Muhammedî ile O’na yakîn olanların idrâk edebildiğidir. O idrâk vahasında da korku ve hüzün yoktur. Ayrılık, mahrumiyet ve hasret yoktur.
Dolayısıyla hakîkât, şeriat, marifetteki nur daima nur-u Muhammedî’nin akislerindendir.
Bu nura ulaştığı halde hâlâ başka şeyler görebilen kişinin de hakîkât ve marifetten zerre nasibi yoktur. Çünkü bu nura gerçek manada ulaşan kişi için artık ‘ben’ diyebilecek benlikten, ‘sen’ diyebilecek ayrılıktan, hatta ‘biz’ diyebilecek takatten eser kalmamıştır.
Diyor ya aşk eri Yunus:
Beni sorman bana ben bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içeru!
Âh ne güzel dile getirmiş, bu sözle neler neler ifşa eylemiş…
Nurun zahirden değil batîndan fışkırdığını ve aslında aşk denilen şeyin bu nurun taşmasından zuhura geldiğini özetlemiş.
Her şey içten dışa iken o nurun seyri dıştan içe, kabuktan özedir.
Büyüklerin hoş bir tabiri vardır, derler ki: “Bir metâın kıymeti nedretindendir.”
Yani bir şeyin kıymeti, onun ender oluşundandır. Herkesin uzanıp alacağı yerde olsaydı, cevher bu kadar kıymetli olur muydu? Bundandır ki kimin sûreti insan ise elbetteki onda nur-u Muhammedî cevheri mevcuttur. Yine bundan dolayıdır ki; insan sûretindeki her kişinin zâtı âlidir, yücedir, değerlidir.
Kişi kâfir dahi olsa sureti insan olduğu için zâtında âlilik vardır. O kişiyi kâfir yapan, küfür sıfatı ve irâdesiyle hakîkâtten ayrılıp sahtesine saplanışıdır.
Misâlen, bir elma ağacı düşünelim… Elmanın tohumdan çıktığını, tohumdan çıktıktan sonra dallanıp budaklandığını sonra da meyvesinin zuhûr ettiğini tefekkür edelim… Elma yemek istediğimizde topraktan o tohumu çıkarıp yer miyiz? Veya bu elmadır diye elmanın çiçeğini, yaprağını, dalını, budağını, ağacının kabuklarını yer miyiz? Bunların hiçbirini yemeyiz. Hatta kimimiz elmanın dahi kabuğunu soyar, çekirdeklerini çıkarır da yer. Madem böyle, neden şaşırıyoruz? Hepsi ağaçtan, hepsi aynı vücuttan ama bir kısmı belden aşağı, bir kısmı belden yukarı, bir kısmı yemiş, bir kısmı gübre, bir kısmı odun olur.
Nebîler Nebîsi Efendimiz (sas), nur-u Muhammedî de bizim tutunacağımız dal, sarılacağımız damardır. Yani sen de bu ağacın yanan kısmı olma, meyve olan kısmı ol. Marifet-i Muhammedî ile bütünleş. O’nu ara, O’nu bul…
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur ki, şeytan yaratılış ağacı şeceretü’l kevn’e baktı. Orada ‘kef’ harfini görerek küfrü aldı. Âdem de ‘kef’e baktı, o da kemâli görerek kemâl buldu.
Allah azze ve celle’nin mülkünde şeytan kendisine sunulan nuru, edepsizlik ve ahlaksızlık nazarıyla kirletir, nara dönüştürür; Âdem ise kendisine bahşedilen nurla bütünleşir, nurun alâ nura dönüşür.
Bu sebepledir ki kalpteki nur, nur-u Muhammedî’dir. Mümin bu nurla kalb-i Muhammedî’ye erişir. Hazreti Muhammed’siz kalp ise ancak hicaptan ibarettir.
Hülâsâ Muhammedî aşk, Ma’şûk-ı hakîkî’yi müşahededir! Bu minvalde gerek dünyanın, gerekse ahiretin sebepleri maksuda yaklaştıran vesileler olsa da asla ve kât’a gaye ve maksûd değildir. Bu mânâyı tahsil edemeyen kişi özünde aşktan mahrum kalmış kişidir.
Dünyevî, uhrevî zevklerin aşk olduğunu sananlar henüz hakîki aşkın namzetleridir ama mahremi değillerdir.
Vesselâm…
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.