Men Radiye Bi’llâhi Rabben Ve Bi’l İslâmi Dînen Ve Bi-Muhammedin Râsulen
11 Kasım 2024, Pazartesi 09:14Eùzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm,
Hidayet ve ibadet zevkini kuluna bahşeyleyen, açtığı kapıyı kimsenin kapatmaya muktedir olamadığı ve kendisinin âtâ ve ihsan eylediğine asla kimsenin mâni olamadığı Vehhab-u Kerîm, Kâdir-i Kaviy, Cenâb-ı zü’l-Celâl ve’l-Kemâl, ve’l-ikrâm ve tekaddes Hazretlerine sonsuz hamd ü senâlar olsun.
Safiyullah, Halîlullah, Hayr-u Halkıllah, Emîn-u Vahyillah, Sıratullah, Nimetullah, Nebiyullah, İmamu’l-müttakîn, Râsulü’s-sakaleyn, Raûfu’r-rahîm Hazret-i Fahri Kâinat Efendimiz (sas)’e ve O’nun temiz pak âline, ashâbına ve etba’ına sonsuz salât ve selâmlar olsun.
Hz. Abbas bin Abdulmuttalib (ra), Râsûlullah (sas) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet olunmuştur ki:
“Rabb olarak Allah’ı, Din olarak İslâm’ı, Peygamber olarak da Hz. Muhammed Mustafa’yı (sas) seçen kişi, imânın tadını tadabilir.”
Hadîs-i Şerif’te nakledilen ‘zevk’, râzı olmanın (irâdeyle seçmenin) neticesinde elde edilen marifetten bahsedilmektedir.
Marifet, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kullarının kalbine yerleştirdiği bir nurdur. İmânın özü; mü’minin günah ve sevap endişesinden geçmesiyle, tümünü varlık alameti görmesiyle Allah-u Teâlâ’dan haya etmesidir. Bu Hazret i Peygamberin, Allah-u Teâlâ’dan haya etmesinin yalnızca tek bir zerresidir ki din ve hakîkât arzusu o hayâdan ve hayâ sahibinden gelir muhatabına.
Öyleyse imân ettim demek dahi marifet ehline göre eksikliktir, hatadır. Çünkü bir imân eden bir de imân edilen mevcut ise orada ikilik mevcuttur. Oysa imân birliktir. Marifetin bu asıl mânâsı ise; “..ölü iken dirilttiğimiz…” (En’âm Sûresi, 122) ayeti sırrınca, kalbin el-Muhyî esmasıyla yani dilediğine hayat veren Cenâb-ı Hakk ile hayat bulmasıdır.
Enfâl Sûresi 24. ayetinde “..sizi, kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah ve Râsûlü’nün davetine icabet edin…” buyrulmuştur.
Bu, şu demektir; kim nefsini öldürürse, dünyası ondan uzaklaşır. Kim de kalbini öldürürse; Rabbi ondan uzaklaşır.
İbn-i Semmâk’a (ra) sorulmuştur ki; “Kul, marifetin özüne erdiğini ne zaman anlar?”
O velî zât da cevaben demiştir ki; “Kul, Hakk’ı ‘ayn-ı itibar’ ile gördüğü zaman marifete erer. O’ndan (Hakk’tan) gayrı ne varsa gözünden silinir, yok olur.”
Ayn-ı itibar; yani ibret gözüyle bakıp görmek demektir. Görünenden görünmeyene, görünmeyenden görünene geçmek mânâsındadır.
Bu noktaya En’âm Sûresi, 91. ayet nazarıyla bakarsak, Allah-u Teâlâ buyurmuştur ki; “Allah de, sonra onları bırak.”
Çünkü Allah’a gönül veren; dünyayla kalbinin bütün bağlarını keser atar. Ne dünyaya iltifat eder, ne ahirete… Artık onun gönül güneşi, gündüz güneşinden daha aydınlık ve göz kamaştırıcıdır.
Bu minvalde Zünnûn-u Mısrî Hazretleri demiştir ki: “Allah’ın bazı sırları aydınlatması (açığa çıkarması), güneşin ışık hüzmelerini yayarak yeryüzüne doğması gibi, ilâhi yardımını sürdürmesiyle olur. Siz, gönlünüzü arındırmaya bakın. O’nun iltifatının muhatabı ve sırrının meskeni gönüldür. Allah’ı hakkıyla tanıyan; O’ndan başkasını gönlüne yâr seçmez.” Seçemez…
Bir başka Hâdis-i Şerîf’te de buyrulduğu üzere: “Allah-u Teâlâ, insanları bir karanlık içerisinde yarattı. Sonra üzerlerine nurundan bir tutam nur serpti. Saçılan bu nurdan kendisine isabet eden hidayete erdi, nurdan alamayan insanlar ise yolunu şaşırıp sapıttı.”
Bu nur, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan otağından çıkar ve kalbe yerleşir. Gönül onunla nurlanır, o nur huzmeleri ceberut (maddi âlem ile manevî âlem arasındaki) âleme kadar yükselir. Ceberut ve melekût (Gayb âlemi) âlemlerinin perdesi açılır, tüm sırlar muhatabına âyân olur.
“Allah, göklerin ve yerin nurudur… Allah, dilediğini nuruna eriştirir.” (Nur Sûresi, 35)
Marifet; kalbin asıl yakın olana (Allah’a) yakınlığıdır. Ruhun maşuku murakabe etmesi tefekkürünü O’nun üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Her şeyden geçerek, Mucîb olana, kendisine yönelenlere bizzat Allah’ın da yönelmesidir.
Kalbin dünyaya karşı kayıtsız kalarak yalnızca Allah’la sükûnet bulmasıdır. Bütün arzu, istek, heva ve hevesten, bütün alışkanlıklardan soyutlanmak, tümünü Allah için yağmalamaktır. Tüm varlığını heybet ve yücelik sahibinin aşk potasında eritmektir.
Aslında O’ndan O’na dönüştür. Bu dönüşle işin hakikâtine varan artık ölmüş bir diri, hayat bulmuş ölümsüz bir ölüdür. Ayan beyan olduğu halde gizli, gizli olduğu halde ayan beyandır. O’nun hükmüyle huzurunda yok olur, lütfunun genişliğiyle var olur. Mülkünden geçerek mülkün sahibine kavuşmaktır. Fakirlikleri O’nunla zenginlik, noksanlıkları O’nunla tamlıktır.
Rivayet edilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk, Davud (as)’a;
“Ey Davud! Beni bil, nefsini de bil! diye vahyetmiştir. Bu vahyin akabinde Davud (as) derin düşüncelere dalmış, sonra; “İlâhi! Seni kudretinle, yegâne ve ebedî oluşunla tanıdım. Nefsimi ise gücü hiçbir şeye yetmeyen bir zavallı ve bir hiç olduğunu gördüm” demiştir.
Davud (as)’ın bu cevabı üzerine Cenâb-ı Hakk da;
“İşte, şimdi beni hakkıyla bildin!” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (sas) de:
“Şayet sizler, Allah’ı hakkıyla bilmiş, tanımış olsaydınız, bu irfandan sonra cehalete yer olmadığını anlardınız. Çağırmanızla, yani bir işaretinizle dağlar yerlerinden oynardı” buyurmuştur.
Dolayısı ile bu marifet-i ilâhiye bitmez tükenmez bir hazinedir. Allah’tan başkasına değil kalbini açmak; göz ucuyla dahi bakan, O’nu hakkıyla bilememiştir. Marifet, üns (yakınlık) ve muhabbet ummanından coşarak gelen kalbin, celâl ve kudret perdesinin etrafında dönmesidir. Bu hâle ancak gerçek mânâda dünyaya sağır, kör, dilsizler erişir. Mesele Allah ile dünyaya bakabilmektir.
Her şeye hayret ve hayranlık içerisinde olabilmek heyecanını bir an dahi kaybetmemektir. Her hâlden bütün hâllerin sahibine yönelmektir. Amellerde geçici hislerle hareket etmekten kurtulup, olay ve durumların iç yüzünü, hakikâtini kavrayabilmek, görebilmektir. Yalnızca hâl ile yetinen asla marifete erememiştir.
Ebubekir Vasıtî (ra)’den rivayet edilmiştir ki; “Marifet iki kısımdır. Biri ‘marifet-i îkan’, diğeri ‘marifet-i imân’dır.”
Onu da şöyle açıklamıştır:
“Marifet-i imân; Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere ‘Melik’ ve ‘Deyyan’ olan Allah’ın birliğini dille ikrar edip, samimi bir kalple dilinin söylediğini tasdiklemektir.
Marifet-i îkan ise; ‘Ferd (biricik)’ ve ‘Deyyan’ olan Allah’ı her ân (içten içe) temâşâ etmektir.”
Yani ilkinde, insanın sahip olduğu ‘benim’ dediği her nimeti Allah’tan bilmesidir. İkincisinde ise insanın nimete itibar etmeyip, teveccüh göstermeyip bizzat nimeti vereni görmesidir. Böylelikle kul nimet verene yönelir, sevgisi, muhabbeti, iştiyakı nimetin sahibinde birleşir. Cenâb-ı Hakk’ın marifet ummanına dalar. Bunun anlaşılması için de Enfâl Sûresi’nin, 64. ve Tevbe Sûresi’nin 129. ayetlerine kalp ibrelerini çevirelim;
Buyrulmuştur ki; “Ey Nebi, Allah sana yeter!”, “Eğer aldırmazlarsa de ki: Bana Allah yetişir!” Çünkü Allah-u Azîmü’ş-şân marifete erişen kullarını, tüm mahlukâtı arasından ayırmış, yalnızca Zât’ının tecellisi ve bizzat kendisi için seçmiştir…
Bununla beraber marifet başka bir cihetten yine iki kısıma ayrılmıştır:
Tevhîdi ilimdir ki, Vahîd ve Kahhar olan Allah’ı yakinen tasdik etmektir.
Bir diğeri ise aşkın ilim olup, yolu yöntemi olmayan, okumakla araştırmakla öğrenilmeyen, ona erişmeye kimsenin gücü yetmeyen ilimdir.
Bu minvalde yine deriz ki: marifet esasında üç yaprağı olan bir yoncaya benzer. Bu yapraklar; tevhîd, tecrid ve tefriddir.
Tevhîd, mânâen ikramdır. Tecrid, ihlastır. Tefrid ise her durum ve şart karşısında Allah’tan başkasından yüz çevirip sadece O’na râm olmaktır.
Tevhîd; zerre kadar şirke bulaşmamak, tecrid; sebeplere asla takılmadan fiilleri Hakk’a bağlamak, tefrid ise; yol, yordam, yön, iz, işaret aramaksızın O’nunla bir olmak, bütünleşmektir.
Tefridin de bu noktada beş şartı vardır:
-Gizli ve aşikâre Allah’tan korkmak,
-Kulluk vazifelerini tastamam yerine getirmek,
-Tüm varlığıyla ilâhi emirler önünde teslimiyet göstererek boyun eğmek,
-Sözünde, davranışlarında ve niyetinde, dünyevî hiçbir menfaati araya karıştırmaksızın samimi olmaktır,
Her anında Allah’ın insana şah damarından daha yakın olduğunu yakinen hissetmek ve en mühimi gerektirdiğince öyle yaşamaktır.
Çünkü hiçkimse ve hiçbir şey O’na perdeli değildir…
Velhasıl biz de aşk ile diyelim ki:
“Raditü billâhi Rabben ve bil İslâmi dinen ve bi Muhammedin sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Râsûlen!”
Rabb olarak Allah’ı, din olarak İslâmiyet’i, Peygamber olarak da (Hz.) Muhammed’i kabul ettik ve buna cân-ı gönülden razı olduk!
Bi hürmeti Tâhâ ve Yâsin ve bi hürmeti âli Yâsin, velhamdülillâhi Rabb’il-âlemîn.
Âmin ya Muîn.
Vesselâm…
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.