SAMİMİYYET
07 Nisan 2021, Çarşamba 07:31
İnsan.
Kaç çeşit suret, kaç çeşit eşya, kaç çeşit putu sığdırabilir o emanet yüreğine? Her birinin sevgisi bir vedâya hazırlarken ebediyete ayarlı gönlünü...
Teslim olduğu her şey acı bir terk ediş. Dayandıkları devriliyor, tutundukları yıkılıyor. Taptığı suretler flulaşıyor ve biricik varlığını yokluk uçurumlarında buluyor. Hayatın nabzını duyar duymaz, ölümün gölgesini hissediyor, visâliyle yüzleşir yüzleşmez, zevâliyle karşılaşıyor.
Samimiyet.
Bir kavramdan fazlası. Hikâyenin başlangıç noktası ve sonsuz ötesi. Hatırlıyor mu insan? Bilinmez; hâlâ düz zeminlerde savruluyor, bildiği yollarda kayboluyor. Aynaya kendisinden bakanın kendisi olduğunu sandığından beri bu böyle.
Hazin aldanışı; kendisini, kadim aldatışıyla başladı: "Benlik" yanılgısı/davası...
"Ben bana kâfiyim" iddiası. Makamlar, mevkiler, şanlar, şöhretlere tutundukça ebediyete kök salacağını sanışı. Çok geriye gitmeye gerek yok; yüz sene öncesinde olmayışı ve yüz sene sonra da olmayacağını unutuşu. Olmak bir tarafa; yokluğunun dahi farkedilmeyecek olmasının yok sayılışı.
Onsuzluğa zaten alışkın dünyanın; o yokken de zorluk çekmeyeceğinin umursanmayışı.
Aynada gördüğüne; "ben" dedi insan ve başladı kaybedişinin uçsuz bucaksızlığı. Alnına yazılanı okuyamadığından amansız bocalayışı.
Yazıktır ki; Hz. İnsan'dan; esfel-i safiline yuvarlanışı...
Bilseydi; adım attığı dünyanın, ondan kaçtığını..
İşitseydi; duyduğu seslerin, kendisine sağır olduğunu..
Görseydi; gözlerini açtığı renklerin, bakışlarına kör olduğunu..
Anlasaydı; neyi anlayamadığını ve anlayamayacağını..
Bildiğini sanan bir cahil, duyduğunu sanan bir sağır, gördüğünü sanan bir kör, anladığını sanan bir hiç olduğunu unutturduğunda kendine; kendi de unuttu kendi sandığı kendini.
Ne talihsiz bir acıdır; "Benlik" avcısına, gönüllü av olanın aldanışı.
Ne kalın bir kabuktur; hakikât tohumuna kast edenin, zilletvâri riyâlara kanışı.
İhlâs.
Oydu insanda hâlis olarak bulunan, cûrufundan sonra "bekâ" yani ebedi âleminde kendisine kalan; yâr ve yardımcı öz'ü, kalbinin, kendisine müştak olana o ezeli sözü.
O söz ki, sahibinin; samimiyeti riyâkârlığa bedel yapmadan, sebâtı vazgeçmeye, ikbâli idbâra, sabrı şikâyete, şükrü küfrân-ı nimete, rızayı sızlanmaya, muvâfakati münâzaaya, yakîni şüpheye bedel kılmadan duyamayacağı, duysa da anlayamayacağı, anlamazsa olamayacağı ebedi senet...
Değil midir ki; aşık, mâşukuna izâfetle ne bir can, ne bir hacet, ne bir ricâ, ne bir serzenişte bulunabilir?
Her fiili ve sükûneti; murâdı ve mahbûbu hatrına ve onun içindir.
Ki, değişmez kâidedir; aşığın maşuğa samimiyeti/teslimiyeti tam olunca aşık maşuğundan teslim aldığı ne varsa her şeyi geri ona bırakır. Her şey değişir; köle hür, zelil aziz olur. Uzak yakın olur ve öyle bir ân gelir ki; maşuk aşığa müştak, seven sevilen olur. Kendisine gelen okları göğsüyle karşılayan mahbûb, dahası murâd, ötesi matlûb olur.
Öyle;
"Sağı solu gözler idim,
Ben dost yüzün görsem deyu,
Ben taşrada arar idim;
Ol can içinde can imiş!"
Sen, sen olduğun sürece, can içindeki can'dan haberdâr olabilir misin?
Ve yine sen, sen olduğun "benlik iddia ettiğin" sürece, O'na olan sevginde samimi olduğunu söyleyebilir misin? Her ne ise, o zannettiğin şey; senden mütevellit bir şeye dönüşmez mi? Kendi doğrularından kurtulmadıkça; hakikî doğrudan bahsedebilir misin? Kâinattaki her zerre; ki aşk ile yaratılmışken, sen bu aşksız tam olabilir misin?
Velhasıl; benlik kabuğunu kıran aradığını bulmuştur.
Bu biliş, buluş ve oluştan kalp de haberdâr olmuştur.
Vesselâm...