Sırr-ı İlâhiye
27 Ekim 2023, Cuma 08:26Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla,
Hamd; mutlak galibiyetin yegâne sahibi olan, nûruyla semâları, arzı ve tüm âlemleri yaratan, hidâyet râhını her dem kullarının ebedî kurtuluşuna vesile eyleyen, azâmet ve kibriyâsında tek olan, rahmet ve merhametinden ümit kesilmeyen; âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk'adır.
Lâyık olduğu vecihle, zâtının nihayetsiz keremi ve celâlinin sonsuz izzetine yakışır bir şekilde O'na hamd olsun.
Sonsuz salât-ü selâm; Rahmeten lil Âlemîn, sevgililer sevgilisi, Râsûl-ü Kibriyâ, Hatem-ül Enbiyâ, Eşref-i Mahlûkat, Ekmel-i Mevcûdât, Habîb-i Hüdâ, Nebîler Nebîsi Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.s.) ve O'nun nûrlu âlinin, ashâbının ve o kutlu yolunun izini süren dava erlerinin üzerine olsun.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. (Onun hakkını yerine getirmedi.) Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.”
(Ahzap, 33/72)
İnsan. Âh…
Sahi kimdi? Neydi? Neyi unutmuştu?
Oysa unutmasın diye ne buyurmuştu ALLAH tekaddes hazretleri: “İnsanda zâhir olduğum gibi hiçbir şeyde zâhir olmadım.”
Ve çözebilsin diye neyi müjdelemişti RÂSULULLAH aleyhissalâtu vesselâm: “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım.”
Çünkü öyleydi… İnsan bir hatırlasa; onu diğer her şeyden ayıran gönüldü.
Unuttu; kâinatın da bu sırrın açığa çıkması için yaratıldığını. Unuttu ve başladı amansız imtihanı…
Oysa bu beden giysisi içinde kudsi ilâhi bir lem’ası, nûru, ölümsüz bir hayatı, verdiği bir sözü vardı. Unuttuğu için bugünkü sarsılışı, dağılışı, paramparçalanışı…
Muhatap kılındığı O Sultan-ı Ker’im’in, O mutlâk Hakîm’in mârifeti ile ancak arınacağını, beden kabuğunu kıracağını, fıtratına erişeceğini, özünü bulacağını, garip kaldığı bu gurbet diyarından, bu fenâlıklar yurdundan kurtulacağını hatırlayamadığından. Çünkü nankör, çünkü zâlim, çünkü cahil…
Allah azze ve celle’nin nûru aksederse gönüldür çünkü taşıdığı; yoksa kalp denen bir et parçasından başka ne? Evet, düşünmedi…
Düşünse kavrayacaktı; o nûr, ışık gibi aklının üzerine düştüğünde, aklın nefs ile kafa kafaya geleceğini. Düşünse vuracaktı yüzüne aklı; nefsinin fâniliğini, ruhunun bâkiliğini ve o zaman başlayacaktı kötülüklerin, çirkinliklerin başını bir bir kesmeye. Düşünseydi anlayacaktı; hiçliğini, yokluğunu, kulluğunu… Anlasaydı o zaman ruhu beden içinde hakimiyet kuracaktı.
Değil miydi ki: “Nefsini bilen Rabbini bilir.”
Rivâyet olunmuştur ki, Cenâb-ı Hakk, Davud (a.s.)'a;
"Ey Davud! Beni bil, nefsini de bil!" diye buyurur. Bu vahyin ardından Davud (a.s.), derin düşüncelere dalar, sonra "İlâhi!" der; "Seni kudretinle yegâne ve ebedî oluşunla tanıdım. Nefsimi ise, gücü hiçbir şeye yetmeyen bir zavallı ve bir hiç olduğunu gördüm."
Davud (a.s.)'ın bu cevâbı üzerine Cenâb-i Hakk; "İşte, şimdi beni hakkıyla bildin!" buyurur...
Bir başka Hadîs-i Şerif'te de tasdîklenmiştir ki;
"Şayet sizler Allah'ı hakkıyla bilmiş olsaydınız, bu irfândan sonra cehalete yer olmadığını anlardınız. Çağırmanızla, yani bir işaretinizle dağlar yerlerinden oynardı."
Nefsini bilen, hiçliğiyle yüzleşen kişi ancak ruhunu söz sahibi makamına sokar. Aslında bütün alışveriş insanın kendi içindedir. Kulluğunu idrâk eden; “Ben acizmişim, sonsuz fakirmişim, nihayetsiz cahilmişim, oysa hiçbir şey bilmiyormuşum, hiçmişim” diyebilir. Ruhunun himayesi altına girer ve terbiye edilmeye başlar. Her istediğinin gerçekleşmesini beklemekle ilâhlık iddiasında olmaktan, her sözünün kabulünü beklemekle de peygamberlik iddiasında olmaktan hicapla vazgeçer. Hz. Ali Efendimiz ne güzel özetlemiş; “Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim” derken... İşte budur kulluk. Budur tevhîd ehli olmak.
Dolayısıyla kalbin tevhîd-i hakîkâtle çarpmasının tek kantarı; dünyada iken bildirilen salih amelleri işlemektir. Ancak o amelleri kendi nefsine nisbet etmekten sakınmalıdır. Zira ameller nefse nisbet edildiği ânda amellerin ruhu olan ihlâs bozulur. İhlâssız amelin ise Allah katında hiçbir değeri yoktur.
Nasıl’ını açarsak; tevhîd ehli, iki hâlde de sükût ehlidir, ihlâsı bunu gerektirir. Diliyle susandır; dedikodu etmeyen, kimsenin aleyhinde konuşmayan, iddia sahibi olmayandır. Öyle ya, iddia etse kime iddia edecek; Allah’ına mı? Kimi çekiştirecek; Allah’ını mı?
Bu yüzden tevhîd ehlinden Hz. Cîlî buyuruyor ki, Hadîs-i Şerif’lerinde Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Verdiğinde, sadaka insanın eline düşmeden Allah’ın eline düşer”. Öyleyse her şey Allah’ın tecellisidir. Peki düşünmez misin der aslında, hakaretle küfür ettiğin söz, insanın yüzüne çarpmadan Allah’ın mânâsına ulaşmaz mı? Ve sen bundan haya edip utanmaz mısın? Onun için utan da söyleme der. Bu ahlâki bakış açısına da ancak tevhîd şuuru içinde olan bir insan-ı kâmil riayet eder.
Diğer sükût hâline gelince o da kalbin sükûtudur. Keder ve telâştan uzaklaşıp, dünya endişe ve tasalarını bırakmaktır. Bu hâller hasıl olursa ancak o kulun sırrı kendini açığa çıkarır ve Cenâb-ı Hakk o kulun gönlüne tecelli nûru aksettirir. Bu hâl ise vahdet hâlidir.
“Tevhîd ve vahdette Cemâl-i İlâhî ve Kemâl-i Rabbanî tezahür eder.” (Şualar)
Bu cihetle insanın eşref-i mahlukat olan Hz. İnsan olabilmesi için “Ruhlar Âlemi”nden sonra insana can bahşedilirken “ve nefehtu fiyhi min ruhi” ayetiyle haberdâr edildiği ilâhi nefesi tahakkuk ettirmesi, nefsini ise terbiye edip kul haline getirmesi gerektir.
Bu da kendini terbiye edip ruhundan tecelli eden Hakk’ı tenzih ve teşbih ile görmeye başladığı ânda mümkün olur. Allah’ın tekliğini, her şeyden münezzehliğini, doğmamış ve doğurmamışlığını, her şeyden üstünlüğünü tenzih ile bilerek… Aynı zamanda (Allah’ın birliğinin esma, sıfat ve şuunatıyla bütün âleme olan tecellilerinden dolayı vahidiyet sırrınca) her şeye hürmet beslemeyi teşbih ile bilerek bu ikisi arasında insan-ı kâmil olur.
Tıpkı meleklerin, cevelân ve devrân ettikleri sahada, Halifetullah yaratılmasında mahçubiyet, sadakât ve teslimiyetle Allah'a; “Ya Rabbi, seni tenzih ve teşbih ederiz. Senin öğrettiğinden başka bir şey bilmeyiz” diyerek huzurda kalmanın sırrına erişebildikleri gibi...
Öyleyse insanın “Ben biliyorum” putunu kırıp, bu kuru iddiadan vazgeçerek ve sonsuz kudrete boyun eğerek; “Ben hakkıyla bilemedim” itirafıyla ve melekleri dahi imrendiren bir aşkla nice makâmlara yükselmesi, hayvan mertebesinden kurtulması gerekmez mi?
Lâ ilâhe illallah hakîkâtiyle çiğnediği vücûduna, Muhammedu'r Râsulullah ile rûhanî bir elbise giydirmesi, beşerin Efendisinin libâsından şahsı manevînin nûruna gark olması icap etmez mi?
Böylelikle kendi nârını, nûr-u ilâhîyeye vermesi ile sırr-ı ilâhîyeyi anlaması, bu iz’ânla da kabuktan mânâya dönüşmesi, kulluğunun hakîkâtini de sırrına âgâh eylemesi lazım gelmez mi?
Bu idrâk de ancak dıştan içe, kabuktan öze, bedenden ruha odaklanmakla olur. Ki her şeyin aslı; zâhirden bâtına iken.
Mecnun’un “Leyla çok çirkin, niye ona bu kadar aşıksın, baksana kara kuru bir kız” diyenlere, “Siz kadehle meşgulsünüz; oysa ben içindeki şarabın güzelliğinden başımı kaldıramıyorum” diye cevaplaması gibi…
Zaten bu mânâdan yoksun olarak cereyan eden aşklar, hakîkî aşk olmadıklarından, hevesten ibaret kalarak sonu rüsvâlık olmuyor mu? Çünkü bir şey hakîkâtiyle hemhâl olamamışsa, o şey 'hebâen mensûrâ'dır; nitekim bitecek. Kaldı ki bu âlemin kendisi dahi yok olup gidecek. Öyleyse insanın, et parçası mesabesindeki kalbi, halka menfûr olmadan; nazargâhı ilâhi olan gönlü, Hakk'a makbûl olmalı değil mi?
O'nu temâşa etmeyi engelleyen tüm vehim perdelerini yırtarak; kesrette vahdeti görmemeli mi?
Şayet vehim perdesi bir aralansa; varlıkların, eşyaların ve varlık iddia edenlerin yokluğu ayân beyân aşikâr…
Yakîn nûru tüm kâinâtı kaplayarak ispatlar ki: O’ndan başka hiçbir şey yok!
Hz. İnsan’a tabi olana, ruhunu aşikâr kılana, tevhîdin istikâmetinden şaşmayana; aşk olsun…
Karanlığı aydınlatan, arzın her yanına dağılan, her ne var ise hatrına yaratılan sonsuz nûra ve o nûrlu yolun yoldaşlarına, hidâyete râm, hakîkâte teslim olanlara, Hakk'ı tasdîk, nûru ikrâr eyleyenlere…
Vesselâm!
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.
Yorumlar
Abdullah Karaman
27-10-2023 19:13Muhteşem bir makale. Emeğinize, elinize sağlık.
Yüsra E. Akkale
27-10-2023 14:14MaşaALLAH... Kaleminize gönlünüze sağlık.
Mert Şahin
27-10-2023 14:13Yürekten alkışlanacak bir yazı. Kaleme alanın ayağına taş değmesin inşaAllah!
Burak Ilksen
27-10-2023 14:02ALLAH sizden ebediyyen razı olsun
Murat KAMACI
27-10-2023 14:01Çok çok güzel.. Manaen derin bir makale. Dolayısıyla anlayanlara da, o derinlikte olanlara da selâm olsun! Gönlünüze kaleminize sağlık.
Hakan Tevfik ARIKAN
27-10-2023 13:58Tenzih ve Teşbih. Bu hususu böylesine anlamak ve kaleme almak. Ne denebilir ki: Müthiş! Kaleminize sağlık..