Sonsuz Safsata Evrim: Teistik Evrim Tragedyası
18 Şubat 2025, Salı 11:09
Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
De ki: "Yeryüzü ve içindekiler kimindir, biliyorsanız söyleyin?"
Diyecekler ki: "ALLAH'ındır."
De ki: "Öyleyse hiç düşünmez misiniz?"
De ki: "Kimdir yedi göğün Rabbi ve büyük arşın Rabbi?"
Diyecekler ki: "Hepsi ALLAH'ın."
De ki: "Kimdir her şeyin mülkü ve tasarrufu elinde olan, her şeyi koruyup kollayan ve korunmaya muhtaç olmayan? Biliyorsanız söyleyin."
Diyecekler ki: "Hepsi ALLAH'ın."
Sen de de ki: "Öyleyse nasıl oluyor da aldanıyorsunuz, büyüleniyorsunuz?"
(Mü'minûn Sûresi, 84-89.)
Ayetlerdeki sorulara verilen cevaplara bakıldığında yanlış bir şey göremiyorsunuz; lâkin yine de doğru istikâmetten şaşıldığını ayetin ifâdesinden anlıyorsunuz. Sorun teşkil eden; bizatihi kendileri. Yani bütünden detaya doğru ilerledikçe, ilim ve irâde sonsuz kudret sahibi ALLAH'a mı; yoksa (açık veya zımnî) sayısız atomlara mı veriliyor?
İhtar: Şu notada, Tabiiyyun’un münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor.
Evet onlar, mesleklerinin içyüzünü görememişler.
(Yirmiüçüncü Lem’a, Tabiat Risalesi)
Nokta-ı nazarımız: içyüzü.
O halde adına evrim denen ‘bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler’ bakalım. Asılsız mesnetsiz ‘varsayım’larla değil; hakîkâtin bizzat kendisiyle.
Öncelikle şunu iyice kavramak gerekir ki, başlangıçla son bütünlük içerisindedir; en küçük zerreyle en büyüğün, bir şeyle her şeyin bütünlük içerisinde olduğu gibi.
Kâinat ve içindekiler bir bütün olarak plânlanmıştır ve o plân doğrultusunda işlemektedir. Kâinatı plânlayan ve yöneten, onu bütün ayrıntılarıyla birlikte elinde tutmaktadır. Ki kâinatın yaratılışından bugüne dek ardı ardınca cereyan eden olayların, sonuçları destekleyecek şekilde yapıldığı, sonuçlara bakıldığında anlam kazandığı güneş gibi ortadadır.
Her ne varsa mükemmel birer eser olarak çıkan sonuçlar, yani bu kâinattaki varlıklar ve olaylar, tesadüfe hiçbir şekilde yer bırakmamaktadır. Bu düzen ve işleyişle ilgili bir tartışmada ispat yükümlülüğü de herkesten önce iddiayı ortaya atan, tesadüfü savunan kişilere düşer. Onlar da bu mükemmel işleyiş ve plân dahilindeki hakîkâti, akla ve mantığa uygun bir şekilde çürütemeyeceklerine emin olduklarından, türlü bahaneler ve yalanların ardına saklanacaklar ve haliyle diyeceklerdir ki; ‘Tamam, biz bunu zaten öyle hemen tespit edemeyiz, aradan milyonlarca milyonlarca milyonlarca seneler geçecek.. İşte yağmurlar yağacak, rüzgârlar esecek, kâinattaki milyarlarca olasılıktan bir tanesinde de işler yolunda gidecek, kem küm’ şeklinde tamamen uydurma, tamamen varsayımlar üzerine kurulmuş, kargaların dahi güleceği cinsten absürd savunmalar yapacaklardır.
Sonsuz safsata evrim, canlıların geçmişine, onların nasıl oluştuğuna veya nasıl türleştiğine dair hipotezler ortaya atmaktadır. Evülasyon gibi. Yani türlerin değişimi ve yeni türlerin oluşumunu canlı organizmalarda değişimlere neden olan birtakım faktörler ve mekanizmalarla açıklamaya yönelik tamamen gerçek ve akıl dışı varsayım.
Rastgele mutasyonlar ve doğal seleksiyon mekanizmasının, canlıların ortak bir atadan evrimleşerek dönüştükleri canlı çeşitliliğini oluşturacak şekilde köklü değişimlere sebep olabileceği zırvasına dayanır. Canlılarda açıkça görünen harika tasarım ve sanatlı yapıların evrimsel mekanizmalarla açıklanabileceği çelişkisini savunur.
Bugün, ALLAH’ı inkâr eden ve değer olarak atomu yani maddeyi esas alan materyalist felsefe, bilim kisvesiyle bilim dünyasına sirayet etmiş ve ne yazık ki bunun doğrultusunda bilim iddiası olarak; ‘materyalist, pozitivist, ateist felsefe’yi dayatmaktadır. Metodolojik natüralizmin benimsenmesiyle bilim ve bilimselliğin tanımı da haliyle tabiatçı materyalist bir fiyaskoya dönüşmüştür. Bu talihsiz bakış açısına göre; “Tabiat dışında hiçbir varlık yoktur. Tabiat ancak ve ancak tabiat içindeki sebepler ile açıklanmalıdır. Bilimsel araştırma ve açıklamalarda ALLAH’a (cc) atıf yapılmamalı, (haşa) ALLAH yokmuşçasına tabiat ele alınmalıdır. Bilimin ilkesi budur ve bu durumu ihlâl eden herhangi bir anlayış, metod, teori veya açıklama bilimsel değildir. Kabul edilemez.”
Teistik evrim teorisi de, bu ilmî bozulmanın hüküm sürdüğü ortamda, yutturulacağına koşullandırılmış, muhatabının akıl ve düşünme seviyesi aşağılanmış, alıcısının nabzına göre şekillendirilmiş, kılıfına uydurulmuş, ateizmin maskelenmiş uzantısıdır.
Ateistler gibi teistik evrimciler de, mevcudatı, tabiat kanunlarının ve tabiatta olan hadiselerin bir neticesi olarak görerek ortak noktada buluşmuşlardır. Klasik Neodarwinizm teorisinin doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarını yönlendirilmeyen rastgele bir süreç olarak kabul edip aynı zamanda ALLAH’ın canlıları yaratma sürecine müdahale ettiğini iddia ederek, içine düşecekleri derin dipsiz kuyuyu kimseye zahmet vermeden kendileri kazmıştır.
Oysa iki zıt birarada bulunmaz kaidesince, müdahale (kastî bir irâde) varsa; rastgelelik (tesadüf) yoktur.
İmam-ı Şâfiî Hz.’nin de tasdiklediği gibi: “Tüm yanlış fikirlerde çelişki vardır!”
Baştan sona çelişkiler yumağı olan teistik evrimcilerin; “ALLAH, mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarını bizzat kendisi yönlendirerek canlıları yaratmıştır” şeklindeki ‘yönlendirilmiş’ ve ‘amaca yönelik’ olduğu iddiaları, Darwin’in hipotezini bizzat kendisi çürütmüştür. Çünkü iddiadaki evrim masalı tam aksini öne sürer. Yani rastgelelik ve amaçsızlık evrimin en temel sac ayağıdır. Dolayısıyla ALLAH’ın sürece müdahil olduğunu savunmak, Neodarwinist teorinin reddi demektir.
Öyle ya, eğer canlılar ALLAH tarafından yönlendirilen bir kısım mutasyonlar eşliğinde yaratıldıysa, bu durum canlıların şuurlu ve kastî bir şekilde tasarlandığına delildir. Teistik evrimi benimseyen, kendi aralarında içten içe kim daha fazla saçmalayacak yarışına giren sözde bilim adamları, canlılardaki sanat ve tasarım gerçeğini ‘zahirî’ apparent veya ‘yanılsama’ illüzyon olarak örtbas etmeye çalışırlar. Bu durumda da canlılardaki şuurlu tasarımı reddederler. Onlara göre canlılarda tezahür eden bu şuurlu tasarımlar, evrimin seçilim mekanizmasının bir neticesidir.
Oysa var olanı yok sayan inkârcı bir görüş ile dünyadaki bütün insanlar toplansa, ortaya attıkları safsatanın adına da bilim dese; o bilim olmaz. İnsanlarının çoğunun kararıyla bağdaşsa, orada burada konferanslar verip sayısız kitaplar yazsa, bilim adamı ünvanıyla dünyayı dolaşsa; o bilim adamı olmaz. Yani yeryüzündeki bütün insanların biraraya gelmesi, hemfikir olup ‘evrim gerçektir’ demesi; evrimi gerçek kılmaz. Hiçbir zaman cansız, akılsız, kör atomdan; canlı, gören, duyan, bilen, irâde eden, akleden şuurlu bir canlı çıkmaz.
Akıl, akıl sahibinden gelir; görmek, görenden gelir; duymak, duyandan gelir; bilmek, bilenden gelir; irâde etmek, ezelî ve ebedî irâde sahibinden gelir; bir şey varsa, var olandan gelir; yokluğun kaynağı yokluktur.
Eğer evrim kör gözü ve akılsız aklıyla bunu akledebiliyorsa, buyursun bütün evrimciler bütün gözlerini ve akıllarını toplasınlar ve sadece ‘göz’den daha güzelini bulsunlar?
Hadi, beden içinde hapsedilen ruha, gözden daha başka ve daha güzel bir pencere açsınlar? Yaratsınlar değil; sadece tezahür etsinler ya da tasvir etsinler yeter. Ama imkân dahilinde değil.
Çünkü o pencere için önce bir fiil icat etmeleri gerekir, ki o da tıpkı gözün yaratılışından önce ‘görmek’ fiilinin yaratılışı gibi.
Hem yeryüzünde ilk hayvan türü ortaya çıktığında, tabiat ve dünya anadan doğma kördü. Her an devasa okyanuslardan tonlarca suyu havaya kaldıran, her an yapraklarda tonlarca şeker üreten güneş ışığının bütün bu yaptığı faaliyetler dışında bir de ‘görülebileceğini’ görmek için önce onu görmek gerekmez miydi? Demek ki gözü yapmak için hem görmek, hem göstermek, hem gördüğünü göstermek hem de yoktan yaratmak gerekir. Öyleyse tabiat, tesadüf, sebepler ve evrim türünden ne varsa hepsi gözün ve görmek fiilinin icadından azledilmiştir. Çünkü onlar göz nedir bilemez, bilemedikleri bir şeyi düşünemez, kendilerinde olmayanı da yoktan var edemezler.
“İşte bunlar ALLAH’ın yarattıklarıdır. O’ndan başka kim ne yarattıysa gösterin bana.” (Lokman, 11.)
Teistik evrimci masalına göre; “ALLAH evrimi yaratma yöntemi olarak kullanmıştır.”
Peki soralım, eğer ALLAH evrimi yaratma yöntemi olarak kullandıysa, neden milyarlarca yıl boyunca tesadüfî mutasyonlarla bekledi? Her şeye anında güç yetirebilirken, (haşa) neden zaman mevhumuna bağımlı kaldı, neden evrim gibi kusurlu bir süreci kullandı?
Şu çelişkilerden mütevellit savunmalara bakın ki; “ALLAH var; ama yaratış şekli Darwin teorisine uygun olmalı, kuralları Darwin koymalı.”
“ALLAH yaratıyor ama doğal seleksiyon yaparak (haşa) hata düzeltiyor.”
“ALLAH sadece sistemi başlattı.” Ki bunu dediklerinde bu deizm olur.
“ALLAH ara sıra müdahale etti.” Dediklerinde de bu ne bilimle ne de Kur’ân’la örtüşür.
Peki, kafası allak bullak olmuş teistik evrimcilere soralım; ALLAH bu sistemin neresinde?
Eğer ALLAH’ın yaratmasını kabul ediyorsanız, nasıl oluyor da hatalarla dolu bir evrim sürecine bıraktığı çelişkisine teslim oluyorsunuz?
ALLAH yaratırken neden milyonlarca yıl süren eksiklikler ve hatalar içeren bir sürece ihtiyaç duysun? Bu (haşa kere haşa) “ALLAH güçsüzdür, yaratmasını tamamlamak için doğaya muhtaçtır" demekle aynı anlama gelir. Bu da küfürdür!
Hem evrimi hem de ALLAH’ı savunmaya çalışmak, ateizmi teizm sosuna bulamaktır. Ateist bir düşünceyi alternatif teistik bir çerçeveye oturtmaya çalışmak, başta ateizmin geçersizliğine ispat olup ‘Tanrı’ kavramıyla perdeleyerek alıcısına sunmaktır. Teistik evrim dendiğinde evrim teorisi tamamen kabul edilmiş olup sürecin Tanrı tarafından yönlendirildiği iddia edilmiş olur. Fakat evrim teorisi anlayışı gereği materyalist bir iddiadır ve böyle bir ilâhi müdahaleye yer bırakmaz.
Tanrı’nın aktif bir müdahalesi geçersiz olduğunda da bu deizmdir.
Tanrı’nın süreci evrime bırakması iddiasında Tanrı evrenle bir görülmüş, evrene yayılmış bir güç olarak kabul edilmiş, bir anlamda Tanrı’nın irâdesi yok sayılmıştır. Ki, ateistik tabiatçı anlayışa mistik bir anlam yükler, o zaman da bu panteizm veya panenteizmdir.
Yani kendi arasında kararsızlık, karmaşıklık ve ölesiye çelişki yaşayan bir anlayışı ciddiye almak? En hafif tabirle ahmaklık değilse nedir? Teistik evrim ateizmin temel argümanlarını ve tabiat anlayışını koruyarak ona ‘Tanrı’ etiketi yapıştırıp hedef kesime oynamaktır; ya tutarsa!
Teistik evrimcilerin saçmalıkları bitmiyor: “ALLAH evrimi bir yaratma yöntemi olarak kullanmış olabilir. ALLAH insanı evrimle aşama aşama yaratmış olabilir. Kur’ân’da da yaratılışın aşamalı olduğu belirtiliyor” diyorlar.
Ancak bu iddiaları da diğerleri gibi Kur’ân’ın yaratılış anlayışına taban tabana zıttır.
Çünkü Kur’ân’a göre yaratılış âni ve İlâhi emirdir; asla evrimsel bir süreç değildir.
“Bir şeyi dilediği zaman O’nun emri, sadece ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yasin, 82.)
“Gökleri ve yeri yaratandır. Bir işe hükmetti mi; ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen olur.” (Bakara, 117.)
Kur’ân’da insanın yaratılışı belirli bir plâna göre anlatılır; “O, insanı yaratıp ona düzgün bir şekil verdi.” (İnfitar, 7.)
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin, 4.)
“O, sizi bir topraktan yarattı.” (Fâtır, 11.)
“Biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.” (Mü’minûn, 12.)
Ateizmin belini kıran en önemli kırılma noktası da ‘Ruh’ gerçeğidir; ki kaçacak yerleri yok.
Eğer insan, evrim sürecinde bir hayvandan evrilmiş, dönüşmüş olsaydı, onun ruh kazanma aşaması nasıl olurdu? Ses yok. “Şey… Milyonlarca milyonlarca milyonlarca…” zırva.
Ama Kur’ân-ı Azimüşşan akledenler için en güzel şekilde bildirmiş: “Sonra ona yaratılış amacına uygun düzgün bir şekil verdiğimde ve ruhumdan üflediğimde…” (Sâd,72.) derken.
Evrim = maddeci (materyalist) bir süreçtir, tamamen fiziksel ve doğal süreçlerden ibarettir. Doğrudan fizik ve kimya yasalarına dayanarak insanın da diğer her şey gibi yalnızca maddeden ibaret olduğunu savunur. Dolayısıyla ruh, bilinç, sevgi, merhamet, korku, nefret, utanmak gibi soyut kavramların da maddeyle açıklanması imkânsızdır.
Çünkü madde kendiliğinden, tesadüfen bilinç kazanamaz. Düşünceler kimyasal reaksiyonlardan oluşmaz. İrâde, maddeci evrimle sonsuzlarca sonsuz çelişir. İnsanı evrimle açıklamak, ruhun varlığını inkâr etmeyi gerektir. Bu inkâr da insanı, bilim adamı kisvesinde ‘insanın milyonlarca yıl süren bir süreçle hayvanlardan türediği iddiası’na mahkûm eder ki, hayvandan da aşağı bir derekeye indirir.
Bu yüzden teistik evrim de diğer tüm çelişkilerden ibaret evrim uzantıları gibi tam anlamıyla bir deli saçmasıdır. İslâmî yaratılış inancıyla uzaktan yakından bağdaşmaz ve kesinlikle uzlaşmaz.
Evrim teorisini geliştiren Darwin ve takipçileri bile teistik evrimi aptalca bulmuşlardır. Richard Dawkins gibi ateist biyolog şöyle diyor: “Evrim ya tamamen doğal bir süreçtir ya da değildir. Tanrı’nın evrime müdahale ettiğini söylemek saçmalıktır.”
Aslında hem ateistler hem de müslümanlar teistik evrim safsatasını geçersiz kılarak reddediyor; öyleyse buna kim inanıyor? Söyleyelim; kararsız, şuursuz, özgüvensiz, değerlerini hunharca yağmalayan, sorgulamayan, düşünmeyen ve Batı’ya yaranmaya çalışan bir grup bilim fetişisti.
Bu teistik evrimciler ve bunların bilim adamı geçinenleri İslâm’ı savunuyormuş gibi yapıp aslında seküler bilime teslim olmuş ve şeytana şapka çıkartan kişilerdir.
Haliyle hiçbir hakikâti ortaya koyma çabası gütmedikleri gibi ruhun varlığını da açıklayamayarak saçmalıklarına her geçen gün yeni bir ivme kazandırmaktadırlar.
Bu (sözde) bilim üstü bilim insanlarının bitmek bilmeyen çelişkilerine bakın ki; mağarada kalıntı bir yazı bulsalar, o yazı için ‘yağmur yağmış, rüzgâr esmiş, bir şekilde evrilmiş de evrilmiş, çevrilmiş de çevrilmiş sonra başı dönmüş devrilmiş de yazılmış işte bir şekilde, neyse canım çok karıştırmayın orayı’ deyip geçmiyorlar, ne yapıyorlar?
Yazıyı yazan birinin olduğunu kabul ederek (ki bu kabullenişle evrimi tahta kayığa bindiriyorlar) yazıyı yazan biri var diyerek milyonlarca milyonlarca milyonlarca sene öncesindeki atalarından bilim görüntüsünde iz sürüyorlar, e bir bakıyorlar ki işler terse dönüyor. Şimdi o yazı bir yazana bağlanacaksa, her fiil de bir faile doğru gidecekse, ne yapmaları gerekir? Tabiki laf salatası. ‘Yazı kendiliğinden yazılmış’ bahanesiyle ilk soldan kaçıyorlar. Kaçmak zorundalar.
Mü’mince takdir edemeyecekleri için kafirce inkârdan başka seçenekleri yok çünkü.
Değil ruh hakikâti, tek bir gözün dahi mahiyetini açıklayamazlar.
Bir de; "Göz, milyonlarca yıl süren küçük değişimlerle evrimleşmiştir. ALLAH bu süreci de yönlendirmiş olabilir" diyorlar.
Göz gibi kompleks bir organ aşamalı olarak çalışamaz. Göz, optik sinirler, retina, lens, kornea, iris ve beyinle birlikte çalışan bir sistemdir. Kör bir atanın, ‘yarı göz’ ile avantaj sağlaması mümkün değildir.
Darwin’in, gözün evrimini ile ilgili itirafıdır: “Göz gibi son derece mükemmel ve karmaşık bir organın doğal seçilimle oluştuğunu düşünmek, itiraf ediyorum ki; en uç noktada saçma görünmektedir.” (Charles Darwin, Türlerin Kökeni, 1859)
De ki: “O, sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve kalpler verendir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (Mülk, 23.)
“ALLAH, her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.” (Secde, 7.)
Göz ki, bütün sanat eserlerine tek başına dahi meydan okuyan bir mucize…
Bu “iki bakıp bir görecek şekilde” ahenk ahenk, harika bir simetriyle, mükemmel bir tenasüple bir başa yerleştirmek ve her an ona milyarlarca trigonometrik hesaplar yaptırmak, bu sanat eserinin arkasındaki sonsuz kudreti gözümüzü kamaştıracak şekilde ortaya koymak değil de nedir?
Fiillerin, yapıları ayrı, işlevleri ayrı, görme alanları ayrı, sınırları apayrı, milyarlarca canlı, milyarlarca tür, milyarlarca çift gözde, aynı anda aynı hakikâtle imtiyaz edip ittifak etmesi; elbette ki ilmi ve irâdesi ezelî bir faili göstermektedir.
Eserler, bir taraftan her biri için ayrı bir takdiri ve irâdeyi sergilerken, bir taraftan da tümünü içine alan bir vahdetin (birlik) âyinedarlığını bizzat ifâ etmektedir…
Göz, bir kere yapıldıktan sonra uyduruk bir evrim sürecine terk edilecek taştan bir madde değildir. Devamlı çalışan, yenilenen, tehlikelere karşı kirpiğiyle, kaşıyla, göz kapağıyla korunan kollanan, dış dünya ile bir görüş alışverişi olan faal, canlı organdır. Eğer gözün arkasındaki fiiller yalnızca yaratmak gibi fiille sınırlı kalsaydı, göz, canlı bedeninin faal bir organı olmaya uzun süre devam edemezdi. Ki bir toz parçası dahi göz için tehlike arzeder. Akla gelen gelmeyen nice tehlikeler karşısında gözün sürekli olarak korunmaya ihtiyacı vardır.
Gözyaşı olan özel bakım lens temizleyicisi göz içindir. Ve bu destekleyici gözyaşı, görevini tamamladıktan sonra sahibine rahatsızlık vermeyecek düzenekle tasarlanmış bir drenaj sistemiyle burun boşluğuna akıtılır.
Timsah, suyun içinde iken gözlerini hem kapatmak zorundadır, hem de aynı zamanda görmek zorundadır. Onun gözü de şeffaf bir tabakayla ayrıca muhafaza edilmiştir.
Bal arısı, petek gözlerinin temizliği için özel cihâzatlarla donatılmıştır. Ön ayaklarına konumlandırılan ve gözünün hassas yapısına uygun şekilde tasarlanan fırçalarla bal arısı, devamlı olarak petek gözlerinin hijyenini sağlamaktadır.
Kuşlara gelince doğrudan güneş ışığına maruz kalan hassas gözleri yaşam alanına uygun olarak koyu renkli, bol damarlı bir perde ile azamî şekilde korunmuştur. Koyu renk, güneş ışığının yoğun enerjisini kendine çekerken, bol damarlar da hemen ışığın sıcaklığını bedenin diğer bölgelerine yayarak engel teşkil edecek tehlikeyi bertaraf etmektedir.
Gözler birbirinden farklı, türler birbirinden bağımsız fakat fiiller hepsinde ortak: koruma, temizleme, muhafaza etme, işleyişi sürdürme gibi. Tümünü içine alan başka bir özellik daha var: mükemmellik. Her şey en mükemmel tarzda, olması gerektiği gibi.
Şimdi bu fiillerden daha mükemmelini düşünmek, daha mükemmel bir neticeye varmak mümkün mü?
İddia eden, düşünen bulsun ve göstersin! Mümkün olmayacaktır. Öyleyse bu fiillerin tümü irâdeli fiillerdir ve şuurlu bir faili gösterir.
Teistik evrimcilerin bir diğer zırvası; "Pikaia, omurgalıların en eski atalarından biridir. Evrimsel süreçle gelişerek balıklara, amfibilere, sürüngenlere ve sonunda insanlara kadar evrimleşmiştir. ALLAH bu süreci yönlendirmiş olabilir."
Vaov… Ama ne bilimsel açıklama!
Bir kere Pikaia gibi canlıların sadece göz gibi kompleks organlarının evrimsel zırvalara meydan okuması, bu iddianın Kur’ân’a ve akla aykırı olduğuna delildir.
Pikaia'nın omurgalı atası olduğu iddiası spekülatiftir.
Pikaia'nın 500 milyon yıl boyunca değişmemesi, evrimsel süreci çökertiyor. Evrimcilerce bu kadar eski bir atanın neden değişmediği de bir türlü açıklanamaz.
ALLAH bir tür yaratıyorsa onu eksiksiz ve mükemmel yaratır. Eksik, ilkel veya değişime muhtaç bir yaratılış modeli Kur’ân’ın yaratılış anlayışıyla çelişir.
“ALLAH, her canlıyı (yürüyen, yüzen, sürünen bütün hayvanları) bir (damla) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünmekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde hareket etmektedir. ALLAH, dilediğini (ve dilediği şekilde ve en uygun biçimde) yaratır. Hiç şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir. (Nur, 45.)
Tıpkı sırtlanların büyük gruplar halinde avlanarak hayatta kalmaları gibi. Bu avlanma stratejisi son derece organize bir fiiliyatı gerektirir. Oysa sırtlanlar bunu düşünemez, hesap edemez, plânlayamaz; ancak gruplar halinde hareket eder, belirli görevleri yerine getirir ve avın paylaşımını yaparlar. Bu ALLAH’ın, hayvanların iç alemlerine yerleştirdiği ‘şaika’ adındaki o fıtrî duygularından kaynaklanır.
Sevk-i İlâhiye'nin bu hikmetli bir tezahürüdür.
Yine Monark kelebeklerinin Kuzey Amerika’dan Meksika’ya kadar yılda binlerce kilometre göç etmeleri inanılmaz bir navigasyon yeteneğini gerektirir.
Akledemedikleri halde nasıl böylesine müthiş bir yön bulma ve göç etme yeteneğine sahip olabilirler?
İnsanlar bile bu kadar uzun mesafeleri navigasyon cihazları olmadan kolayca aşamazken, Monark kelebekleri bu mesafeyi her yıl yönlerini hiç şaşırmadan nasıl kat ederler?
“Akılla bilinemeyen tüm şeylerin anahtarları, O'nun katındadır. Onları ALLAH'tan başka kimse bilemez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir, bir yaprak düşmez ki, O bundan haberdâr olmasın ve ne yeryüzünün karanlığında tek bir tane, ne de yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, hepsi O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın.” (En’âm, 59.)
Monark kelebekleri, göçlerinin yanı sıra yırtıcılardan korunma konusunda da oldukça ilginç bir stratejiyle yaratılmışlardır. Vücutlarında bulundurdukları, kendilerini etkilemeyen ancak düşmanları için tehdit teşkil eden zehirli maddeleri sayesinde pek çok yırtıcıdan korunurlar.
Nasıl olur da böyle bir koruma mekanizması rastgele, zamanla, öylesine gelişebilir? Bu, uyduruk doğal seleksiyonun basit bir sonucu mudur, yoksa ALLAH’ın sonsuz kudretinin bir neticesi midir?
Şüphesiz ki ALLAH’ın her canlıyı yaratmasında korunmalarını da sağlayacak bir plânla hareket etmesi, düzenin her anına hâkim ve sürekli müdahil olduğuna ispattır.
Monark kelebeklerinin uçuşları da akıllara durgunluk verir. Böylesine küçük bir canlının kilometrelerce mesafeyi yorulmadan, tükenmeden kat edebilmesi uçuş becerisinin ne kadar mükemmel tasarlandığını vurgular.
Teistik evrimciler daha ortaya attıkları tezi savunamazken, sadece Monark kelebeklerinin bile ALLAH’ın sonsuz kudret ve hikmetinin destanını böylesine yazması bir o kadar ibretliktir. Göçleri, hayatta kalma stratejileri, uçuş yetenekleri ve ekosistemdeki rolleri, her canlının bir amacı olduğunu ve ALLAH’ın her şeyi bir düzen ve intizam ile yarattığına delildir.
Keza deniz yıldızları… Kollarını kaybettiklerinde yeniden kolları uzar. Bir deniz yıldızı bir kolunu kaybettiğinde bütünlüğünü geri kazanabilir. Bu süreç bazen tam bir yeniden doğuş olarak kabul edilir.
Deniz yıldızlarının bu tür mucizevi yenilenme yetenekleri, inayet-i İlâhiye’nin apaçık bir tecellîsi ve rahmet göstergesidir. Oysa teistik evrimciye göre ALLAH’ın yaratma eylemi doğrudan müdahaleler yerine, evrimsel süreçler aracılığıyla gerçekleşir. Ve bu evrimsel süreçler de uzun bir zaman dilimi gerektirir. Bu özelliğin evrimsel bir süreçle oluşması olasılığı bile milyarlarca kez imkansızdır; çünkü bu yenilenme kastî bir irâdeyle bir anda gerçekleşir. Fıtrat-ı ilâhiye ile her deniz yıldızı balığı bu özelliği doğuştan taşır ve kaybolan kolunun yerine yeni bir kol üretme sürecine, düzenine ve işleyişine tabiîdir.
Bu da kör ve akılsız tesadüflerin arkasına saklanmayacak kadar açık bir delildir.
Teistik evrimciler evrimsel süreçlerin ALLAH tarafından yönlendirildiği zırvasında bulunsa da bütün maddi varlıkların, kendilerinden meydana geldiği atomların 5 mutlak sıfatı vardır:
Maddenin ‘acz-i mutlak’ı; sonsuz bir acziyetle kendi başına, bir amaca yönelik herhangi bir hareketi başlatma veya düzenleme yeteneğine sahip olmamasıdır. Maddenin kendisi, tamamen dışsal bir müdahaleye ihtiyaç duyar, müdahale olmadan madde; ne evrimsel süreci başlatacak, ne yönlendirecek ve ne de dengeleyecek bir kapasiteye sahip değildir. Bu da evrenin karmaşık yapılarındaki gelişimin ve işleyişin, doğrudan ilâhi bir kudretin eliyle işlediğini gösterir.
Nasıl ki güneşten gelen kızılötesi ışınlar, dünyadaki tüm yaşamı besleyen bir enerji kaynağıdır. Bu ışınların evrimsel süreçlerle rastlantısal olarak oluştuğunu kabul etmek de güneşi reddetmekle eşdeğerdir. Güneş, özellikle ve tam olarak canlıların hayatta kalabilmesi için gereken belirli bir enerji spektrumunda ışınlar yayar. Elbette ki, evrimsel süreçlerin kör tesadüfleriyle açıklanamayacak kadar düzenli bir plân ve gayeyle bunu yapar. Acz-i mutlak olan madde, bir güç ve irâdeye gereksinim duyar.
Elektronların belirli yörüngelerde dönmesi ve atom yapısının korunması gibi. Şuurlu bir düzenleyiciyi gerektirir. Elektronlar, rastlantısal bir süreçle bu düzeni sağlayamaz. Ancak atomlar sürekli olarak dengeyi korurlar. Bunu madde kendiliğinden yapamaz; çünkü acz-i mutlak olan madde kendi başına hiçbir şey ifade etmediği gibi denge de oluşturamaz.
Eğer madde kendi başına organize olma ve amaca uygun bir şekilde evrimleşme gücüne sahip değilse; ki bu imkansız, bu durumda da teistik evrimin varsaydığı ‘maddeyi ALLAH'ın evrimsel süreçle yönlendirme’ iddiası boşa düşmüş olur.
Maddenin ‘fakr-ı mutlak’ı; kendi başına kendine bile sahip olmaması, tüm ihtiyacını dışarıdan almasıdır. Madde, sonsuz fakir durumundadır; çünkü yapısı gereği kendi kendine bir düzen oluşturamaz ve işlevsel bir amaca ulaşamaz.
Evet, atomlar maddenin temel yapı taşlarıdır, atomların elektron dizilimleri ve kimyasal bağları tam bir düzen ve işlevsellik gerektirir. Ancak atomlar bu düzeni kendi başlarına oluşturmazlar; bir ilâhi kudret ve irâde tarafından yönlendirilirler. Atomlar birbirlerine bağlanmak için belirli bir enerji seviyesinde bulunmak zorundadır. Bu düzenin rastlantısal bir şekilde ortaya çıkması imkansızdır. Eğer bu düzen kendiliğinden oluşsaydı, doğada kaotik ve işlevsiz kimyasal yapılar gözlemlenirdi. Ancak gözlemlediğimiz doğa, düzenli ve anlamlı bir yapıya sahip. Atomlar da fakr-ı mutlak niteliğinde maddeler olduğundan kendilerini yönlendiren şuurlu bir irâde ve düzene gereksinim duyar.
Nitekim yıldızlar, devasa sıcaklık ve basınç altında nükleer füzyonla enerji üretirler, yıldızların nükleer reaksiyonları da yalnızca belirli koşullarda tam anlamıyla işlevsel hale gelir. Bu sürecin evrimsel ya da rastlantısal bir şekilde gelişmiş olmasının imkânı yok. Bu kadar düzenli ve uzun süreli enerji üretmeleri bir plân ve ilâhi düzeni gerektirir.
Teistik evrimin rastlantısal süreçlerle açıklamaya çalıştığı doğa aslında tam anlamıyla en ince ayrıntısına kadar hiçbir şey atlanmadan tasarlanmış ve düzenlenmiş bir yapıdır. Madde fakr-ı mutlak olduğu için, ilâhi irâdeye muhtaçtır ve bu hakîkât de teistik evrimin bin kere yüzüne tükürür.
Maddenin ‘cehl-i mutlak’ı; hiçbir ilmi ve irâdesi olmaması, kendi başına bilgi oluşturamamasıdır. Evrendeki karmaşıklık ve bilgi yoğunluğu asla maddeyle açıklanamaz.
DNA her bir canlının genetik bilgisini taşıyan bir sistemdir. Bu bilgi rastlantısal mutasyonlar yoluyla oluşamaz, evrimsel süreçle açıklanamaz. Her bir genetik bilgi yüzlerce milyon yıl süren bir evrimsel süreçle rastlantısal olarak meydana gelmişse, bu bilgi eksiklikleriyle ya da yanlışlarla dolu olmalıydı. Ancak genetik bilgi, tam ve doğru bir şekilde canlıların gelişimine katkı sağlamaktadır. DNA’daki bilgi, şuurlu bir tasarımcı ve irâdeyi gerektirir. Madde kendi başına bu bilgiyi tasarlayamaz.
Kuşların uçabilmesi için kanat yapısının mükemmel bir şekilde tasarlanması gerektiği gibi. Evrimsel bir sürecin rastlantısal mutasyonlarla mükemmel bir işleyişe ulaşması ise imkansızlarca imkansızdır. Burada da ilâhi irâde ve tasarım zorunludur. Çünkü kuşların uçabilmesi için sadece kanat değil aynı zamanda bütün vücut sistemlerinin de uçuşa uygun şekilde tasarlanmış olması gerekir. Hafif ama güçlü kemik yapısı, aerodinamik tüy yapısı, güçlü göğüs kasları, özel solunum sistemiyle (uçuş sırasında sürekli oksijen sağlamak için) yapılmış olması evrimle açıklanamaz.
Eğer evrim doğru olsaydı, yarı kanatlı, uçamayan ama tam da koşamayan tuhaf canlılar olması gerekmez miydi? Ama böyle geçiş formu bulunmamıştır. Evrimciler, kendilerine bir çıkar yol arıyor, sürüngenlerden kuşlara geçişi açıklamak için fosil kayıtlarına bakıyorlar ve görüyorlar ki; arada milyonlarca yıl olduğu iddia edilen süreçte tek bir tam ara tür yok!
Örneğin, Archaeopteryx diye bir fosil sundular ama onun da tam bir kuş olduğu anlaşıldı. Ara formlar yerine hep eksiksiz ve mükemmel tasarımlı uçmaya hazır kuşlar bulunuyor. Evrimciler kıvırmasın da ne yapsın! Mecburlar.
Bir uçağın bile tasarım gerektirdiğini istisnasız herkes kabul ederken, ondan kat kat daha karmaşık olan kuşların rastgele mutasyonlarla oluştuğunu iddia etmek kuştan da kuş beyinli olmayı gerektirir.
Basit mantık; eğer kanat tam oluşmamışsa, kuş uçamaz, eğer kemikler hafif ve güçlü değilse, havalanamaz, eğer özel solunum sistemi yoksa, havada oksijen yetersizliği yaşar.
Sonsuz cehalet içinde olan maddenin, rastlantısal süreçlere sahip olamaması ve bunun ancak ilâhi bir kanun tarafından sağlanabilmesi hakîkâti de yine teistik evrimin fişini çeker.
Maddenin ‘camid-i mutlak’ı; biyolojik anlamda maddenin sonsuz ölü olması, bir zerrenin dahi kendi başına yaşam kapasitesine sahip olmamasıdır. Madde kendi başına üretemez.
Atomaltı parçacıklar kendi başlarına rastlantısal bir şekilde hareket etmezler. Bir elektron bir atom çekirdeği etrafında dönerek belirli bir enerji seviyesinde kalır. Elektronlar kendi başlarına hareket etmez; onları dışsal bir etki (örneğin elektromanyetik kuvvet) yönlendirir. Eğer elektronlar, kendi başlarına hareket etmiş olsalardı, her elektron farklı bir yolu takip ederdi ve hiçbir düzen oluşmazdı. Bu, camid-i mutlak olan maddelerin yaşam üretemediğini ve yalnızca İlâhi kanunun onları yönlendirdiğini ispatlayarak evrimsel süreçten bahseden teistik evrimcinin milyonlarca milyonlarca milyonlarca yıllık maymundan dönme atalarının canına okur.
Maddenin ‘zaaf-ı mutlak’ı; mutlak manada zayıf olması, vücudunun dahi kendinden olmamasıdır. Madde bir gayeye yönelik kendi başına hareket edemez.
Örneğin hayvanlar, yavrularını korumak ve onlara bakmak için şefkat, merhamet, sahiplenme gibi davranışlar sergilerler. Bu davranışlar kastî bir yönlendirme, bir irâde olmadan gerçekleşmez. Eğer hayvanlar kendi başlarına yavrularını koruma duygusuna sahip olmuş olsalardı, her tür farklı bir biçimde koruma davranışı sergilerdi. Fakat doğada her hayvan türü kendilerine özgü ve belirli bir şekilde yavrularına bakar. Bu düzen, sevk-i ilâhiyle ve mutlak bir irâdeyle kendini gösterir. Hayvanlar bu tür davranışları sergileyebilmek için ilâhi bir güç ve yönlendirmeye muhtaçtırlar.
Tıpkı bitkilerin ışığa doğru yönelme eğiliminde (fototropizm) olması gibi. Ancak bu davranış bitkinin kendi irâdesiyle gerçekleşen bir şey değildir. Bitki, ışığı takip etme sürecinde bir yönlendirme doğrultusunda kimyasal tepki verir. Eğer bitkiler, kendi başlarına ışığa rastgele yönelmiş olsaydı, her bitki farklı bir yön izlerdi. Ancak doğada düzenli bir ışığa yönelme olayı irâdi bir düzenin, ilâhi bir kanunun etkisiyle gerçekleşir. Bu da düzenli işleyişin zorunlu gerekliliğini göstererek teistik evrimin geçersizliğini sonsuz kere sonsuz yüzüne çarpar.
Sonuç olarak; teistik evrim, Tanrı'nın yaratıcılığını ve evrimsel süreçleri birbirine karıştırarak işin içinden çıkamıyor, mantık yelkenleri rüzgârsız kalıyor. Bu noktada da bilimle zerre ilgisi olmayan, sonsuz mantık hatalarıyla örülü, yanıltıcı bir şeytan sarmalı olarak safsatalar çöplüğündeki yerini alıyor.
Haliyle bu görüşün savunucuları da aklından feragat etmiş, sorgulamayan, rasyonel düşünme yetisini ve muhakemesini kaybetmiş, kendi gibi aciz otoritelerce yönetilen kişilerden başkası olamaz.
Velhasıl vücuda gelen tek bir varlık, bir kâinat gibi tanıtıyor O’nu yapanı…
Tek bir fiil, bütün icraatlarıyla anlatıyor failini…
Bir sıfat, bütün sıfatların güzelliğiyle gösteriyor isimlerini…
Hepsinden önemlisi, tüm zerrelerimizi kaplayan bir haz ve hayranlıkla şu kâinat seyrinde mest olup erirken ve benlik adına hiçbir şey kalmazken; kaldırıyor perdeyi… Ve konuşuyor!
“Er-RAHMAN.” Eşi benzeri olmayan RAHMAN…
“Alleme’l-kur’ân.” Kur’ân’ı öğretti…
“Halaka’l-insân. Allemehu’l-beyân.” Ve RAHMAN olan ALLAH-U AZÎMÜŞŞÂN, İlâhlığının ve Rahmâniyetinin sırrı üzere insanı yarattı, ona Kur’ân’ı açıkladı…
(Sadâkallahü’l-azîm.)
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.