Tevhid-i Ulûhiyet
23 Temmuz 2021, Cuma 09:36Hamd; âlemleri halk eden, nûruyla cümle kâinâtı tenvîr eden, hidâyet râhını daima kullarına envâr eyleyen Rabbü'l Âlemîn Cenâb-ı Hakk'adır.
Salât-ü selâm; Efendiler Efendisi, Hatem-ül Enbiyâ, Nebiyyü-r Rahmet, Râsul-u Ekrem Efendimiz Rahmeten lil Âlemîn'e, O'nun âline, ashâbına ve nûrlu ümmetlerinin üzerinedir.
Merhametlilerin yegâne merhametlisi, rahmet ve mağfiretin bizatihi sahibi Hz. Allah'tır; celle celâlühü. Mahlûkat içinde en merhametli olarak yaratılan Sultân-ı Enbiyâ, Ekmel-i Mevcûdât, Eşref-i Mahlûkat, iki cihân serveri sevgili Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'dır; sallallahu aleyhi ve sellem.
O'ndaki ehâdlik, sırr-ı Muhammedî bir nûr olarak bahşedilmiştir.
'Abduhu' (O Allah'ın kuludur) kelâmı ile aslında en yüce derecedeki kâmil, ekmel, mükemmel kul olarak, 'Râsûlullah' ile bütün peygamberlerde bulunan risâlet hakkı ve rücû makâmının aslı ve makâmın asıl sahibi olarak takdir, takdim ve tasdîk edilmiştir.
O nûr, Allah-ü Teâlâ'nın kendi zâtına teveccühü ve kendi zâtına olan muhabbetinden hâsıl olduğu için bu cazibe ekseninde 'Lâ ilâhe illâllah' kelâmıyla bizzat Rabbü'l Âlemîn'i tevhîd etmiştir.
''Sen varsın; biz yokuz" tasdîki ile zâtını birlemiştir.
Çünkü Vâcibu'l Vücûd'un yalnızca ve ancak Allah olduğunu; 'Lâ ilâhe illallah' izâh eder ve benlik iddiasını yok eder. Böyle bir tasdîk Cenâb-ı Hakk'a muhabbet eden, aslında Cenâb-ı Hakk'ın kendisine duyduğu muhabbetin bir yansıması olan Muhammedî Nûr'da ancak zâtını gösterir.
O zât ki; Allah'ın murâd ettiği bilinmekliğine hizmet edip, zâtına hakkıyla temcid, tahmid, tesbih eden ve bu şekilde kendisi de övgüye lâyık ve mazhar olan nûr demektir.
O nûr olmadan kişinin tahkîki ve tasdîki kuru bir iddiâdan ötesi değildir.
Yani Muhammedû'r Râsulullah; Allah ismi celilini kulluk âleminde, en mükemmel bir şekilde yansıtan ayna hükmündedir.
Hadis-i Şerif'te de buyrulduğu üzere; "El-müminu miratül'l mümin. Mü'min mü'minin âyinesidir."
El-Mü'min aynı zamanda Allah'ın ismi şerîfidir. İnsanda izhârı imân etmekledir; Allah-ü Teâlâ'da izhârı ise imân dairesinin yegâne ve biricik sahibi, insanı mü'min kılan zât-ı âlî, kendisine imân edenlerin kalplerini bilip imânlarını tasdîk eden ve inananlara asla azabını dokundurmayacak, onların imânlarını boşa çıkarmayacak olmakladır.
"Mü'min mü'minin âyinesidir" hadis-i şerîfinde; el-Mü'min'den (yani mevzubahis birincisi mânâsından) murâdın Rahmete'n lil Âlemîn, ikincisi mânâsından da Rabbü'l Âlemîn olduğunu idrâk ile tefekkür edilirse, o zaman; "Hakîki bir mü'min olan Muhammedû'r Râsulullah, el-Mü'min olan 'Lâ ilâhe illâllah'ın tecellî aynasıdır" mânâsı zuhûr eder.
Lâ ilâhe illâllah tevhîdinde Allah, ulûhiyetini; yani bizzat Allah'lığını ilân eder.
O ilânı nasıl anlamamız gerektiğini bildiren ve Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı şekilde telkin ve teşkil eden sırr-ı cevher, hiç şüphesiz ki; Muhammedû'r Râsulullah'tır.
Rahmete'n lil Âlemîn'in, 'Lâ ilahe illallah' tasdîkine; Rabbü'l Âlemîn'in, 'Muhammedû'r Râsulullah' karşılığı, kabûlü ve mührüdür.
Bundandır ki, hakîki tevhid; Hz. Muhammed'in anlattığı ve teslim olduğu tarzda Allah'a imân etmektir.
Allah da izzet ve celâl, rahmet ve merhamet, adalet ve sonsuz kudret sahibi oluşuyla, Râsulünü herkesten ve her şeyden önce bizzat tasdîk ederek, makâmını ve şanını yüceltmiştir.
Buna istinaden; "Ve kefâ billahi şehida. Muhammedû'r Râsulullah. Allah şahit olarak yeter. Muhammed, Allah'ın râsûlüdür." buyurmuştur. Nûrunu rahmeti ve muhabbeti sebebiyle bizzat kendisi tamamlamıştır.
Rabbü'l Âlemîn'in şahit olduğu ve bizzat tasdîk ettiği o nûr neye ihtiyaç duyar?
Elbette ki hiçbir şeye... Makâmların en üstünü el-fakru fahrî'nin mânâsı tam da budur.
Yani Cenâb-ı Hakk’tan başka kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmama hâli ile iftihâr edip, herkesin ve her şeyin, mülkün yegâne sahibi Rabbü'l Âlemîn'in emâneti olduğunun şuuruyla hiçbir şeyi sahiplenmemektir.
Benlik dâhil her şeyi terk edip, ne benlikten, ne de başka kimselerden hiçbir şey ummayıp; yalnızca Allah-ü Teâlâ’ya muhtaçlık, tâliplik ve teslimiyettir.
Çünkü O'nunla bilinmiştir... O'nunla bulunmuştur... Olanların hepsi O'nun hatrına, O'nunla ve O'nun oluş (kemâl) sırrıyla vuku bulmuştur...
Nitekim, 'olan olmuştur, olacak olan da' sırrıyla, Râsul-u Zişan Efendimiz'in kâinata teşrifleriyle insanlığın kıyâmeti kopmuştur. Her şey âşikâr olmuş, enâniyetlerinde, Muhammed-î Nûr'u kıyâm ettirenlere; elbette ki, meçhul hiç bir şey kalmamıştır.
Ubûdiyet yolunda istikâmeti, kalplerin imâmı Sultan-i Enbiyâ olan kullar, Allah'ın esmâ, sıfat ve tecellîlerine ilelebet agâh olmuşlar, o nûrlu yoldan hiç sapmamışlar, asla kaybolmamışlardır.
Bu âlemlerin yaratılmasında madem ki murâd; Allah'ın bilinmesidir; öyleyse bu bilinmekliğin asıl temsil makâmı da Efendimiz Hz. Muhammed'dir. (Sallallahu aleyhi ve sellem)
Aslına rücû etmeyen kemâle erişebilir mi? Asla.
O halde imân; kalp ve muhabbetin tevhîd-i ihlâs ile âşikâr olmasıdır. Allah ve Râsûlüne tâbi oluşla birlikte Cenab-ı Hakk'a vâsıl ve O'na yakınlığın nişânesi vuslâta, o nûra sevk olunabilir.
İşte o zaman seyr-u sülûkta o muhabbet ve aşkın kanatlarıyla uçulur, kendisine verilen marifetullahla her zerreden tahsil etmesi gereken alınır, özüyle buluşturularak o nûr etrafına sirâyet ettirilir.
Ve kalplerinde o nûru taşıyanlar milyarlarca da olsa tek vücûttur, hepsi nûr-u Muhammedî'yi taşıyan âşık-ı Muhammed'dir. Hepsi kelime-i tevhîd'dir, aşkın mebdei ve zübdesidir.
Velhasıl, ubûdiyet; yokluğunu ispat etmekle, hakîki aşka kavuşmak; kendinden zerre dahi bırakmamakladır. Cenâb-ı Hakk'ın rızasında ve Nûr-u Muhammedî'nin izinde bir olanlar ancak felâh bulacak, o nûrlu yolun sonsuz sabahına varacaktır.
Güneşin doğması yalancı fecre benzemez.
Vesselâm...