Türkiye Ortadoğu’ya Liderlik Yapabilir mi?
20 Ocak 2025, Pazartesi 12:08Türkiye’nin geleneksel dış politikası genellikle tarafsızlık üzerine kuruludur. Her ne kadar bu böyle düşünülse de aslında Türkiye çok uzun yıllardır tarafını seçmiş ve hep Batı yanlısı politikalar izlemiştir. Yani bu yeni bir durum değil. Türklerin Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren yönü ve hedefi hep Batı olmuştur. Fakat başlangıçta Batıya genişleme ve Batıyı ihata etme şeklinde olan bu politika, daha sonraları Batı’ya öykünmeye dönüşmüştür. Zira rakip medeniyet tarafından geride bırakılan Osmanlı İmparatorluğu bu tıkanıklığı daha önce meydan okuduğu Batıya entegre olarak çözebileceğini düşünmüştür.
Tanzimatla başlayan bu öykünme durumu aslında bir kısım Osmanlı aydınları tarafından ciddi biçimde eleştirilmiştir de. Daha çok muhafazakâr kesimde başlayan ve sonra milliyetçilerle genişleyen bu eleştiri cephesi bu güne kadar varlığını hep korumuştur.
Osmanlı yüzünü Batıya çevirdiğinde arkasında kalan dünya ile çok ilgilenmemiştir. Bu nedenle Anadolu’nun Osmanlıya katılımı Balkanlardan daha sonra olmuştur. Ortadoğu’yu Yavuz Selimle birlikte topraklarına katmaya başlayan Osmanlı, bu coğrafyaya Mekke ve Medine nedeniyle alaka duysa da, bölgenin sosyal ve politik sorunlarının çözümünü kendisinin atadığı yerel yöneticilere bırakmıştır.
Osmanlının Orta Asya’ya ilgisi ise coğrafyanın kendisi kadar uzak kalmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında takip edilen politikalar ise yine Batıya dönük, yine Batıya öykünme şeklinde gerçekleşmiş, fakat cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye, henüz çıktığı savaşın muzafferane etkisiyle bu ilişkiyi biraz daha eşdüzeysel yürütmek istemiştir. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ikiye bölününce, Türkiye tarafını yine Batı’dan yana seçmiş fakat bu kez bu ilişki peşine takılma (Bandwagoning) şeklinde gerçekleşmiştir.
1990 yılında bu ikiye bölünük yapı bozulunca, Turgut Özal’la birlikte çok taraflılık diye bir dış politika benimsemişiz. Ortadoğu, Orta Asya ve Balkan Avrupası ile eş zamanlı, fakat hiyerarşik ilişkiler geliştirebileceğimizi düşünmüşüz. Bu yaklaşım tüm bu coğrafyalarla kurmaya çalıştığımız ilişkide temel bir sorun olarak engel teşkil etmiştir. Orta Doğu ile olan ilişkimiz ise o zamanın koşullarında büyük olay olan Özal ve ardından Demirel’in Hac ziyaretiyle sınırlı kalmış, Erbakan’ın İslam ülkelerini kapsayan idealleri ise Kaddafi’nin çadırının önünde yaşanan bayrak krizi ile kötü biçimde sonlanmıştır.
Orta Asya ülkeleri ile geliştirmek istediğimiz sıcak ilişkiler ise Türkiye’den giden uyanık iş adamları ardından ve Fetö’nün suiistimalleri neticesinde soğukluğa dönüşmüştür. Buna karşın şimdiki hükümet nezdinde atılan Türk dünyası ile bütünleşme politikalarının önemli mesafeler aldığını belirtmek lazım.
Ortadoğu’ya dönecek olursak.
Türkiye’nin İslam dünyası ile bütünleşme, hatta İslam dünyasına liderlik etme isteği bir devlet politikası olmaktan çok hükumet politikası olarak kendini göstermiştir. Zira böyle bir vizyona ne Türk devleti hazır, ne de diğer İslam ülkelerinin böyle bir isteği, arayışı mevcut. Bazı siyasi çevrelerin bu arzusu ise Batı’da Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılmaktadır. Şüphesiz Türkiye’nin Ortadoğu ile bütünleşmesi yekvücut hareket etmesi bölgenin selameti açısından önemli sonuçlar doğurur. Fakat bu entegrasyonu din saikiyle yapmaya çalışmak beyhude bir çaba. Çünkü bu konularda din, sanılanın tersine birleştirici değil ayrıştırıcı bir unsur. İslam dünyası tek din, fakat pek çok mezhep, fırka arasında bölünmüş, Kuran’ın tabiriyle bölünmekle de kalmamış her biri kendi mezhep ve meşrebini üstün görmeye başlamıştır (Rum suresi 32.ayet).
Bu entegrasyonun siyaseten gerçekleşmesi de çok zordur. Zira Araplar kendilerinden olmayan birini lider olarak kabul etmeye pek istekli değiller. Bunun Arap dünyasında bile örneği sadece Cemal Abdünnasır’la sınırlı. Halifelik meselesi ise artık bir nostalji. Osmanlı döneminde bile Arap dünyası “Halife Kureyştendir” şeklindeki şüpheli bir hadise dayanarak Türklerin halifeliğine sıcak bakmamışlardır. Zaten 2. Abdülhamid’e kadar da bu unvanı çok öne çıkartan padişah da olmamıştır. Araplar özelinde İslam dünyasının Osmanlı devletine olan teslimiyeti zamanın süper güçlerinden biri olmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Türkiye her yönüyle ilk 10 ülke arasına girmeden İslam dünyasında kalıcı bir etki tesis edemez.
Günümüzde ise Türkiye’ye olan bir kısım teveccüh Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmatik kişiliği ile sınırlı.
Irk, din ya siyaset yoluyla büyük entegrasyon politikaları, yaşadığımız dünyanın gerçeklerine de uygun değil zaten. İslam dünyası, Slav dünyası, Hristiyan dünyası, Arap dünyası gibi makro projelerin günümüz siyasetinde ve postmodern dünyada artık bir karşılığı yok. Dünya tarihinin en başarılı entegrasyon projesi Avrupa Birliği’dir. Onlar da din dâhil, yukarıda saydığım motivasyonların tümünü deneyerek en son ekonomik çıkarlar ve liberal demokrasi üzerinde oydaşarak ittifak kurabilmişlerdir.
Bu nedenle Türkiye’nin herhangi bir liderlik arzusu varsa bunu soyut değerler üzerinden değil ekonomik göstergeler, sosyal göstergeler ve kültürel sempati üzerinden sağlayabileceğinin bilinmesi gerekir. Tarihte Roma barışı gibi, Osmanlı barışı da duygularla değil ekonomik ve askeri güç ile sağlanmıştır.
Bugün geldiğimiz noktada Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’daki tarihdaşlarımız için hala son durak değil Batı’ya geçmek iççin bir köprü konumundadır. Bu nedenle Suriye konusunda son zamanlarda yaşanan olumlu gelişmelerin kalıcı olabilmesi için ciddi engeller varlığını halen korumaktadır. Bu konunun detaylarını bir sonraki makaleye bırakalım.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.
Yorumlar
Mehmet Bahadır Birbaş
20-01-2025 14:46Elinize sağlık güzel, bilgilendirme Allah'a emanet olun.
Hayati
20-01-2025 14:03Doyurucu ve bilgilendirici makale icin tesekkurler hocam