Ya biz duymazsak?
26 Haziran 2022, Pazar 10:27Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Bir devlet okulunda heyecanla derslere giriyordum. Sınıflardan birinde, şartlı cümleleri anlatırken tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
-“Evet çocuklar, tahtada “Eğer çok zengin olsaydım anneme.........alırdım" yazıyor. Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun. Anlaşıldı mı?” dedim.
Anlaşılmış olmalı ...ki herkes sessiz bir şekilde dağıttığım küçük kâğıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kâğıtları topladım ve tek tek okudum. Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık, Maldivler’de ada..... Ben okuyorum, sınıf gülüyordu. Son kâğıdı içimden okudum.
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz, içine kapanık bir çocuktu.
-“Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!” dedim. “Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?”
-“Çiçek alırım, yazdım öğretmenim.”
Sınıfta hafif bir kahkaha koptu.
-“Ben çok zengin olduğunuzu düşünün, hayal gücünüzü kullanın demiştim. Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre önemli bir sebebin olmalı” dedim.
Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp:
-“Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim” dedi usulca. Yüzünde gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı.
-“Oğlum, dalga mı geçiyorsun?” dedim sertçe. “Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?”
Hiç cevap vermedi. Kâğıtları geri dağıttım. Sınıf, çalan zille birlikte kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.
Ertesi sabah okula geldiğimde Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum. Oturup biraz konuştuk. Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı. Zorlukla öğretmenler odasına doğru yürüdüm. Başım dönüyordu.
2000 yılının aralık ayıydı ve ben, kâğıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim.
Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini ve o günden beri, babasıyla, hiç aksatmadan her cuma günü annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini...
Önceki gece babası duymasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını...
Ve sadece üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını...
Hepsini, hayatımın o soğuk aralık sabahında öğrendim .
"Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin, cumartesi, pazar, yarı yıl ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir. Öğretmenlik Anne olmaktır. Baba olmaktır. Abi olmaktır. Abla olmaktır...Kısacası İnsan olmaktır. Hayırlı bir insan.
***
Abbas abi cezaevi hatıralarını anlatıyordu:
Sayımlarda başka koğuştan biri dikkatimi çekmişti. Koğuştakilerin en arkasında duran, sessiz sedasız biriydi. Voltalarda da tek başınaydı. Kimse ona yanaşmıyordu. Tipi de diğerleri gibi yırtık, zirto tiplerden değildi. Sordum birine “Bu kim?” diye. “Valla ben de tam bilmiyorum, ama tecavüzcü sapığın biriymiş. Bir gün şişlerler. Onunla beraber şişlenmemek için de kimse samimi olmuyor, konuşmuyor onunla.”
Sonralarda öğrendim ki adam devlet memuruymuş. Zimmet davasından içeri düşmüş. Ona gıcık giden biri de “Ben onu biliyorum. Tecavüzcü, sapık” diyerek dedikoduyu yayınca herkes ondan uzaklaşmış.
“Gerçeklerin bu yönünü seviyorum Ersoy kardeş. Eninde sonunda açığa çıkıyor.”
Ben açık cezaevine geldiğim gün cezaevinin mescidinde imamlık yapan mahkûmun cezası bitmiş evine dönüyordu. Herkesle vedalaştı. O gidince cemaatte müezzinlik yapan bir genç vardı. Ona ısrar ettiler “İlla sen imam ol” diye. Gencin kıraati çok güzeldi. Sesi de harikaydı. Güzel de namaz kıldırıyor. İmamlık istemese de mecburen onun üstünde kaldı.
Bir gün dışarıda yürürken rastladım yeni imamımıza. Merakımı gidermek için sordum:
-“Hocam, senin asıl mesleğin nedir?
-“Hafızım. Aynı zamanda marangozum.” Dedi. Şaşırdım.
-“Peki neden buradasın? Suç nedir?”
-“Boşver Abbas dayı yaa. Neden merak ediyorsun ki? Vardır bir sebep. Yatıyoruz işte.”
-“Sen gene de söyle hele neden buradasın?”
Biraz ısrarla üzerine gidince açıkladı. Genç evlenmiş. Eşinin de yaşı küçük olduğu için ailelerin rızasıyla, dini nikahla evlenmişler. Çocuğu doğduğunda hastane polisi “kızın yaşı küçük” diye bebeğin babası hakkında tutanak tutmuş. “Küçük yaşta kızı alıkoymak” suçundan yakapaça içeri atılmış. Bebeğini sadece ziyaret günleri görebiliyormuş. Aile darmaduman. Daha 2 yılı varmış çıkmasına. Hiçbir şeye yanmıyor da “tecavüzcü” damgası yemiş olmak çok zoruna gidiyordu.
Sosyal medyada zaman zaman birileri ile tartışırız. Kurusıkı atmayı ya da körü körüne savunmayı sevmem. Ama biri Adalet bakanı hakkında tecavüzcüleri koruyan ve küçük yaşta tecavüze uğrayana da "Küçüğün rızasıyla yapılan işler..." diye beyanat veren birinin Adalet Bakanımız olduğunu söyleyince konuşmayı dinlemeden karar vermeyeceğimi söyledim. Adresi attı bay muhalif. Hemen tıklayıp bahsi geçen konuşmaya girdim.
Bizim muhaliflerin ortak huyudur; bir olayın işlerine gelen kısmını alırlar. Duyduklarıyla yetinirler. Arkasını araştırmazlar. Ben araştırdım. Yukardaki olaydaki gibi erken yaş evliliklerini sona erdirme ve engelleme konusunda hükümetin attığı adımlardan bahsediyor. Arkasını önünü kesip ortadan bir cümleyi 3-5 kere tekrarlayıp siren çalarak muhaliflik yapmaya çalışıyorlar. Aslında tüm sorunlara sayın Bozdağ 2016 yılındaki o konuşmasıyla net açıklıklar getirmiş. Ama anlamak istemeyene anlatmak mümkün değildir. Bizim kendilerini muhalif olarak isimlendiren vatandaşlarımız da doğruluğunu bile araştırmadan işlerine gelen her şeyi alıp yaymaya alışıklar. Biz de artık onların bu hallerine alışığız.
***
Yazımızın tam burasında Fatih Buhara’nın bir hatırasını da aktarmadan geçemeyeceğim.
Kudüs’te bir olay yaşadım.
Bir aile bizi misafir etmişti. 10 yaşlarında bir çocukları vardı. Yemekte, sohbette hep yanımda oturuyor ve öyle dikkatle beni süzüyordu ki anlam veremiyorum. Babası rahatsız olmayayım diye izah etti:
-“Kusura bakmayın. Bizim oğlan Türkleri çok sever. İlk defa yakından Türk görüyor. Dikkatle bakması ondan. “Eyvallah” dedim, ilgilendim biraz. Babası anlatmaya devam etti:
-“15 Temmuz gecesi uyumadı bu çocuk. Televizyon başındaydık ailece. Erdoğan halkı sokağa çağırdı. Gece saat iki gibi; baktık ki mesele halloldu. “Çok şükür” deyip biz yatmaya gittik. Oğlan elinde kumanda oturuyor öyle.
-“Tamam oğlum, Türkiye kurtuldu. Haydi uyu sen de” dedik.
-“Ben gelmeyeceğim” dedi. Sabah kalktık ki elinde kumanda hâlâ televizyon başında, gözler kan çanağı. Yanına oturdum, dedim ki:
-“Oğlum bak Tayyip Erdoğan Türkleri sokağa çağırdı. Onlar bu işi hallettiler, sen niçin üzülüyorsun, rahat ol artık.” Bana dedi ki:
-“Baba ben de biliyorum, ama Erdoğan Türkleri çağırdı. Ya ümmeti çağırır da bizim haberimiz olmazsa! Onun için bekliyorum ben!”
Ümmet bizim için dua ediyor. Bu sevgiye ve saygıya layık olmamız için çok çalışmamız gerekiyor. Allah(C.C)’ın emrettiği gibi:
-“Yeryüzünde fitne ve fesattan eser kalmayıncaya, din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar çalışınız.”
Öncelikle işimiz ne ise onu tam yapacağız. Öğretmen öğrencisini bu şuurla yetiştirecek. Antrenör sporcusunu, komutan askerini bu sorumlulukla eğitecek. Gazeteci haberini yazarken bu bilinçle yazacak. Vekil Meclise bu gaye ile gidecek. Faaliyetini bu gaye için yapacak. Konuşması, kararlarda elini kaldırması bu irade ile olacak. Birileriyle sürekli ziyaret edip görüşen yabancı büyükelçilerin istediğini değil ümmetin duasına layık olmayı temel ilke edinecek.
Hâkim adaleti bu çileyle tesis edecek. Kim ne iş yapıyorsa onu tam, kaliteli, dört dörtlük, bihakkın ve Allah’ın rızası için yapacak!
(Yukarıdaki hatırayı paylaştığı için yazar Serdar Tuncer’e de “Kalemine sağlık” diyorum.)
Kalın sağlıcakla…
[email protected]